Vedat Türkali; Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Onat Kutlar, Ertem Göreç, Nadir Nadi, Eczacıbaşı kardeşler gibi gerçek hayatta bildiğimiz pek çok kişi ve kurumun birer “tip” haline gelmiş temsillerini içeren Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanında, hem sinema hem de ilaç sektörü üzerinde Türkiye’nin kaynaklarının, emekçilerinin, piyasasının sömürülmesini anlatır arka planda. Edebiyatımızda, bir ana karakteri ve bir yardımcı karakterinin eczacı olması ve ilaç sektörünün ve eczacıların sorunlarına yakından bakmasıyla ayrıksı bir yeri vardır Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanının. Romandaki eczacı karakterleri analiz etmeye çalıştığım ilk bölümde belirttiğim gibi, Vedat Türkali yaman bir polemikçi olarak da bilinir. Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanı da, yayımlandıktan kısa bir süre sonra sinema eleştirmeni, yazar Atilla Dorsay ile aralarında “sert” bir polemiğe yol açmıştır.
“Ülkeyi yağmalayan, yağmalatan tekellere sorumluluk bağım yok”
Öyle bir romandır ki Yeşilçam Dedikleri Türkiye, kahramanlarında ve söz ettiği kurumlarda, Yeşilçam’ın ünlü isimleri Yılmaz Güney, Türkan Şoray, Vedat Türkali’nin bizzat kendisi, yönetmen Ertem Göreç, Sinematek Derneği ve yöneticisi Onat Kutlar; Cumhuriyet gazetesi ve başyazarı Nadir Nadi, Eczacıbaşı kardeşler ve Eczacıbaşı Holding’i betimlediğini düşündürtmüştür okurlarına. Atilla Dorsay da eleştirisinde asıl olarak, romanın bu yanını ele alır. Dorsay’ın, gerçek kişi ve kurumlara “Romancı özgürlüğü görünümü altında, her türlü sorumluluktan da kaçarak böylesine ağır eleştiriler getirmek, en azından ‘dürüst’ bir davranış mı?”[1] diyerek getirdiği eleştiriye, Türkali’nin verdiği yanıtın, (ilaç paydasında kalarak seçtiğim) bir bölümü şöyledir:
“Adını ettiğin holdinge gelince (Eczacıbaşı Holding kastediliyor, y.n.) iş iyice değişiyor. Ülkeyi yağmalayan, yağmalatan tekellerden hiçbirine karşı sorumluluk bağım yok! Ne kadar sanatsever-sporsever görünümünde olurlarsa olsunlar. Dünyaya o mantıkla baktınız mı, bir sürü sanat fonları olan, kurslar, burslar dağıtan kültür, sanat etkinliklerine destekler veren Fullbright’ları, Ford’ları, Rockefeller’ları, Shell’leri, daha bir sürü dev tekelleri de başka türlü almanız gerekir. Roman bu konuya yeterli açıklık getiriyor kanımca. Belli ki dürüstlük üstüne düşüncelerimiz de temelden ayrılıyor. Türkiye’de, dünyada ilaç olayını yıllarca inceledim. Hem de bilgisine, görgüsüne, namusuna güvendiğim bir sürü uzman kişinin de yardımıyla. Ne adı geçen holdingcilerin ne de şunun bunun kişilikleri ile özel bir sorunum, alıp veremediğim yok. Kimilerini tanımam bile (Söz gelimi uzaktan yakından bir çıkar ilişkim olsa, bu konuda tek satır yazmamayı namuslu olmanın birinci koşulu sayardım..!) Ama ciddi bir araştırmanın götürdüğü doğru sonuca da yüz çeviremem. Yazdıklarım, öğrendiklerimin çok azı. Çünkü salt ilaç sorununu da anlatmıyorum. Türkiye’yi anlatıyorum. Yeşilçam Dedikleri Türkiye, kılı kırk yaran bir titizlikle salt doğruları anlatıyor. Hem de senin kavrayamadığın, aklının alamayacağı bir dürüstlükle anlatıyor. ‘Romancı özgürlüğü görünümü altında’ hiçbir sorumluluktan da kaçmayarak. Senin biçeminle sorayım ben de: Eleştiri adı altında -diyelim romandaki savların yanlışlığı kanıtlanıp gösterileceğine- böylesine saldırgan suçlamalara kalkışmak, ‘En azından terbiyeli bir davranış sayılabilir mi?’”[2]
Vedat Türkali bu tartışmada olduğu gibi, doğru bildiğini savunmak için tartışmaktan hiçbir zaman kaçınmamıştır; salt karşıtlarıyla değil, aynı safta göründükleriyle de.[3] Yeter ki haklılığına inansın, yeter ki inançlarına ters düşen bir durumla karşılaşsın… “Öfkesi de en az romancılığı kadar büyüktür.”[4] Polemik yazılarını, TKP tarihiyle ilgili yaptığı tartışmaları ve siyasi kimliğiyle yargılandığı davalardaki savunmalarını bir araya getiren kimi kitaplar da yayımlamıştır. Savunmalar (Cem Yayınevi, 1989); Yanıtlar (Cem Yayınevi, 1992), Bu Gemi Nereye: Yazılar – Konuşmalar – Soruşturmalar (Cem Yay., 1985) bu tür kitaplarıdır.
Sinema: Türkali’nin “imkânsız âşkı”
Vedat Türkali’nin ilk göz ağrısı sinemadır. 50’li yılların sonu – 60’lı yılların başında, sinema sektörüne girdiğinde alır Vedat Türkali adını. Siyasidir, hapisten yeni çıkmıştır. Nüfustaki adı Abdülkadir Pirhasan, sansüre takılıp engel olmasın istemiştir sektördeki varlığına. Aydın kimliğiyle ve aydınlatma bilinciyle, daha çok insana, emekçi halka ulaşmak olmuştur derdi hep. “Bizde iyi satan kitaplar on binlerle ölçülür, sinemanın ise milyonlarca seyircisi var. Hem de çoğunlukla abc’yi bile sökemeyenlerden” der.[5] Ne var ki, sansür mekanizması, toplumcu sözü olan insanların sektörde iş yapabilmesinin önündeki en büyük engeldir. Büyük maliyetler ve emeklerle ortaya çıkarılan ürün sansürü geçemezse; yatırılan sermaye, verilen emek boşa gider. Bir de üstüne gişe kaygısı da eklenince, sektörü oluşturan kişilerin içine iyice işlemiş otosansür daha baştan keser iyi projelerin önünü. Yozlaşmış ilişkiler de cabasıdır. Sinema Türkali’nin “imkânsız aşkı” olmuştur bu nedenle. Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanında “Sinema sevmeden bu çağ yaşanmaz” dedirttiği Gündüz, romanın başka bir bölümünde şöyle konuşur sendikacı arkadaşlarıyla: “… Sinemada olumlu bir iş yapmak masaldaki yedi başlı devle savaşa benzer… Hele bizde. Düzenin yapısını sergileyeceksin!.. Yığınları uyaran bildirisi olacak… İşçilerden yana film yapacaksın!.. Satılmış bir sürü itin egemen olduğu sarı sendikadan grev kararı çıkartmak gibi bir şey…”[6]
Vedat Türkali mümkün olduğunca düşüncelerinden ödün vermeden, 20 yıla yakın iyi filmlerin üretilmesine katkı koyar, onlarca filme senaryo yazarı olarak katkıda bulunur. Ama sektördeki varlığını korumak kolay olmayacaktır. Sinema serüveni “imkânsızlaştıkça” roman yazmaya yönelir. Vedat Türkali’nin roman yazarlığında senaryo yazarlığı deneyiminin büyük payı vardır, kâğıt üstünde film sahneleri yaratacaktır. “Dikkat ederseniz romanlarımda görsel öğeler hâkimdir. Yalnız okumazsanız, görürsünüz.”[7] Gerçekten de Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de anlatılanları öylesine görürüz ki, karakterlerle İstanbul’un dört köşesinde, Cağaloğlu’nda, Aksaray’da, İstiklal Caddesi’nde ve Beyoğlu’nun tüm ara sokaklarında, Tarlabaşı’nda, Şişli’de, Bebek’te, Sarıyer’de, 4. Levent’te, hatta Ankara’da, Köstence’de, Berlin’de, Atina’da yürür, koşar, sorgular, yargılar, kızar, takip edilir, tedirgin olur, düşer, üşür, ıslanırız.
Sağlıksız ekonomik temelde, filmler sağlıklı üretilebilir mi?
Türkali, Yeşilçam’ı mikro bir Türkiye gibi düşünür. Gerekçeleri şöyledir: Türkiye’nin uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçileriyle; aracılara, tefecilere izin veren yapısıyla ekonomik kıstırılmışlığı neyse, Yeşilçam’da da aynısı yaşanmaktadır. Yerli filmler, Türkiye’nin sinema piyasasında hakkıyla seyircisini bulamaz. Çünkü film piyasası yeni teknolojileri ve reklam olanaklarını kullanan yabancı filmlerin işgali altındadır; öncelikle yabancı film tekelleri tarafından sömürülür. Sektör teknik olarak da dışa bağımlıdır. Yerli bir filme para yatıran yapımcıya hiç de azımsanmayacak maliyetler için yeterince kazanç dönmeyince, yeni filmler için yapılacak yatırımlar da sınırlı kalır. Üretilen filmlerden önemli bir payı dağıtımcılar alır; karşılığında tefeciye büyük faizlerle kırdırılmak zorunda kalınacak senetler verirler. Yani sinemadan kazanılanın önemli bir bölümü de tefecilere gider. Öte yandan bu mekanizmanın dönmesinde çekici öğe başrol oyuncularıdır. Aslan payını onlar alırlar. Yani sinemanın mutfağına, perdede görünmeyen emeğine, yaratıcılık alanına çok az pay kalır. Daha önce söz ettiğim gibi, Yeşilçam’ın başında üstüne bir de sansür mekanizması vardır. Film sansürden geçemezse, büyük maliyetler yatırılan ürün çöp olur; yapan adam iflas eder.
Türkali’nin imkânsız aşkı sinema sektöründeki deneyimleri, bu yazıda konu ettiğimiz Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de romanlaşır. Sinemadaki gözlemlerini, karakter analizlerini, doğru ve nitelikli film üretmek için sürdürdüğü çabayı, sinema anlayışını, sektörün yapısal çıkmazlarını, ışıkçısından yapımcısına, montajcısından senaryo yazarına, başrol oyuncularından figüranına tüm bileşenlerini; iki ana karakteri sinemacı, bir ana karakteri ve bir yardımcı karakteri eczacı olan bu romanın kurgusuna ince ince işlemiştir.
Türkiye’nin ilk grev filmi Karanlıkta Uyananlar
Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanı akıp giderken, sinemacı, eczacı, sendikacı, devrimci tüm karakterleri birbirine bağlayan olay, “İlaç Dosyası” filminin çekilebilmesi mücadelesi haline gelir bir zaman sonra. Yeşilçam’da, ilaç sanayisinin, insan sağlığıyla yakından ilgili, yeri geldiğinde yaşamları kurtaran ürünler üreten, dolayısıyla daha “insani” olması beklenen bir sektörün, bütün çürük yanlarını, kârı artırmak için döndürülen dolapları ortaya serecek, ilaç emekçilerinin haklarından, sendikal mücadelelerinden, yerli üretimin önüne çıkarılan engellerden, halk sağlığı için çok önemli ürünler olan ilaçlarda dışa bağımlı olmanın yıkıcılığından, yabancı tekellerin küçük üreticileri yiyip yutmasından, aracı kurumlar eliyle iyice artırılan sömürüden söz edecek bir film yapmak hiç kolay olmayacaktır.
Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanında, yönetmen olma yolundaki montajcı Refik, senaryo yazarı Gündüz, eczacı Fuat ve sinemada yaratıcı ekipte çalışmaya başlayan nişanlısı Emine ve daha sonraları filmin üretimine dahil olacak sendikacı Fahrettin’in İlaç Dosyası’nı çekebilmek için verdikleri mücadele, Türkiye’nin ilk grev filmi olan Karanlıkta Uyananlar’ın (1964) serüveninin bir bölümünün temsilidir. Karanlıkta Uyananlar filminin gerçek serüveni, romandaki İlaç Dosyası filmiyle ilgili çok şeyler söyleyeceğinden, ona da kısaca bir bakmak iyi olacaktır.
1960’ların özgürlük havasında, toplumsal içerikli sanat ürünleri ilgi görmeye başlamıştır. Vedat Türkali bu ortamda, yerli bir boya fabrikasının sahibini, yönetim kadrosunu ve emekçilerini konu alan, hem sanayileşme hem sendikalaşma meselesine yurtsever bir yaklaşım içeren, yabancı sermaye ve işbirlikçileri olan ithalatçıların yerli sanayiyi bitirmek uğraşılarını da sertçe eleştiren Karanlıkta Uyananlar filminin senaryosunu yazar. Türkali’yi, ona emekçileri konu edinen bir senaryo ısmarlayan yönetmen yarı yolda bırakır önce. Türkali bunun üzerine Ertem Göreç’e gider. Ertem Göreç süreci şöyle anlatıyor: “Karanlıkta Uyananlar projesini Vedat Türkali bana getirdiğinde senaryoyu çok beğendiğimi ama buna yapımcı bulamayacağımızı söyledim. Beklan Algan ile görüştük. O da çok heyecanlandı. Beklan da çok duyarlı bir insan. Beklan dedi ki ‘Benim babam madenci. Parası var. Ayla’nın (Algan) babası da Perşembe pazarında tüccar. Onunla da bir konuşalım.’ Lütfü (Akad) abi de, akımın içindeki isimlerden biri, hem de muhasebecidir, daha sonra yönetmen oldu. Hesabı kitabı da o bilir. Prodüksiyonu o çıkarsın dedik. Lütfü abi bir hesap çıkardı. Beklan, ‘Biraz yüksek ama ayarlarım’ dedi. Hem Ayla’nın ailesini, hem de kendi ailesini ikna etti ve parayı buldu. Tabii iş çok uzadı. Maliyet beklediğimizden fazla oldu. Başrol Fikret Hakan’a para çıkışmayınca ‘Fikret’e film çıktıktan sonra hasılattan verelim’ dedik. Fikret ‘Ya sen ne diyorsun, benim böyle bir film için para bile almamam lazım’ dedi.”[8]
Filmi yapacak olan Filmo Limited ortaklığı böylece kurulur. Ertem Göreç hem filmin yönetmeni, hem de ortaklığın yöneticisi olacaktır. Filmde oynayacak işçi figüranları DİSK Başkanı Kemal Türkler bulur. Görkemli bir konuda, Yeşilçam estetiği dışında, yeni bir biçime sahip, afişi bile sanat ürünü olacak bir film üretme çabası ekip içinde de zorlu, sert tartışmalarla yürür. Ertem Göreç Yeşilçam sinemasının yaslandığı dramatik kurguya, bildik kalıplara bağlıdır; oysa Vedat Türkali epik bir film üretme, yeni bir estetik yakalama arayışındadır. Film kavga dövüş tamamlanır.
Vedat Türkali, “Düşlediğimizin o kadar uzağındaydık ki, bu filmi yurtdışına götürmek, Avrupa’da ilgi çekmek olacak şey değildi” diyor ve ekliyor: “Bütün bunlara karşın ‘Karanlıkta Uyananlar’ yalnız o yılın değil, Türk sinemasında yılların önemli filmiydi gene de.”[9] Film aydınlar arasında coşkuyla karşılanır. Katıldığı Antalya Film Festivalinde, en başarılı senaryo seçilmesine rağmen, en iyi film seçilmemesi tepkilere neden olur; haksızlığa uğradıklarını düşünen ekibin protesto bildirisini ödül töreninde Beklan Algan okur. Bunun üzerine aslında sansür kurulundan geçmiş olan film yeniden sansür denetiminden geçmek zorunda bırakılır. Vedat Türkali’nin adının senaristlikten çıkarılması istenir. Komünizmle Mücadele Derneği filmin gösterildiği sinemalara baskınlar düzenler; yazlık sinemalara ses bombaları koyarlar, tahta perdeleri kırarlar. Potansiyel seyirciler korkudan filme gelmez olur. Filmde öpüşen Beklan Algan ile Ayla Algan’ın kardeş oldukları, izlemenin günah olacağı söylentileri yayılır. Çoğunluğu Adalet Partili salon sahipleri, göstermek istemezler filmi. Sonunda film ticari olarak başarısızlığa uğrar. Türkiye’nin ilk grev filmi Karanlıkta Uyananlar, Filmo Ltd.’nin ilk ve son filmi olur.
Karanlıkta Uyananlar’ın seyirciye ulaşması engellenmiş olsa da, üretilmesine engel olunamamıştır. Ya onun romandaki temsili İlaç Dosyası filmi çekilebilecek midir?
İlaç Dosyası
Türkali, Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanını yazmadan önce, İlaç Dosyası adında bir senaryo üzerinde çalıştığından söz ediyor bir söyleşisinde.[10] Önceleri bu senaryoyu, daha sonra Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanı içindeki İlaç Dosyası filmini ele alabilmek için çok sayıda kişiyle söyleşiler, anketler yapmış; belgeler toplamıştır.
Romanda bu araştırmayı yapmayı Refik ve Emine üstlenmiştir. “Emine’yle birlikte ne çok yerlere girip çıkmışlar; ne çok kişiyle konuşmuşlardı. Türkiye’de ilaç sorununun ayrıntılarına varabilmek için. Eczacısı, kimyacısı, işvereni, sendikacısı, doçenti, profesörü, yüksek bürokratı, alçak bürokratı (rüşvet alan memurlar için Fuat’ın kullandığı ifade), laboratuvarcısı, gazetecisi, ilaç sanayii alanında önemli kişilerin çevresi, yakınları, partileri, iktidarında ilaç işine karışmış ünlü politikacılar, kimi gizleyip örtbas ederek, kimi süsleyip püsleyerek, kimi de olanca acılığıyla bir gerçeği açıklıyorlardı; dünyanın her yerinde olduğu gibi ilaç alanı bir yağma vurgun alanıydı Türkiye’de de. Tepedeki bir ilaççının pek sevip sık sık yinelediği “Türkiye’de ilaç sorunu yoktur, Sağlık Bakanlığı sorunu vardır!..” sözlerine, doğrudur diyordu Fuat! Ara sıra Sağlık Bakanlığı sorun yaratmasa, toptan anamızı beller bu herifler!”[11]
Gündüz’ün solculuğundan tedirgin, ama düşüncelerine saygı duyan ve güçlü bir sinemanın bu bakışlarla kurulabileceğini yavaş yavaş kavramaya başlayan Refik çok şey öğrenmiştir bu araştırmalardan: “Tüm dünya ülkelerinde ilaç pazarlarında dönen oyunları, ilaç tekellerinin insan sağlığını, acısını, umarsızlığını sömürmek için nasıl kıran kırana savaş verdiklerini, hükümet adamlarını, devlet memurlarını nasıl satın aldıklarını, namuslu kalmakta diretenlere ne oyunlar oynadıklarını, kimi ülkelerde kurdukları açık ilaç pazarlarına şeker alır gibi halkı ilaç satın almaya nasıl kışkırttıklarını, gerektiğinde hayvan preparatlarını hiç sakınmadan insanlar için piyasaya sürdüklerini biliyordu artık. Bizdeki bakanın kendine sunulan bir apartman katını beğenmeyip iki kat istemesi, ilaç konusunda yazı yazan profesörlere paralar dağıtılması, yemeklerde hükümet yetkilileriyle ruhsat için rüşvet pazarlıkları yapılması ona da olağan görünmeye başlamıştı! Az kazançla, küçük kârla yetinemez tekeller diyordu Gündüz. Büyük yatırımlara, büyük oyunlara büyük para gerekir. Bizimkiler bir de dış tekellerle kırışacaklar ne yapsın zavallılar! Giderek bütün yeryüzünde yedi büyük firma kalacak demişti bir toplantıda, Türkiye’de ilacın birinci adamı. Onlar dünyayı soyarak varacaklar bu noktaya; bunlar da yana kapılanmaya bakacaklar… Bizim sırtımızdan olacak bu da.”[12]
Senaryo yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır: İç içe gelişen üç öyküden oluşacaktır İlaç Dosyası filmi. Yerli, yurtsever küçük sermayenin ucuz ilaç üretme savaşı, bunun Türkiye’ye giren yabancı tekellerin yanı sıra yabancı tekellere yanlayan işbirlikçi sermayenin büyükleri tarafından engellenmesi, bu kesimleri oluşturan kişilerin, ailelerin çatışmaları; eczacıların, küçük laboratuvarların ilaç endüstrisiyle kavgaları; ilaç fabrikalarındaki emekçilerin sömürüye karşı yürüttükleri mücadele… İlacın üretimi ve ihtiyacı olana bilgisiyle birlikte ulaştırılmasıyla ilgili bu sınıfların birbirine bağlı, birbiriyle kesişen, kimi ortak, kimi bağımsız öyküsünü anlatacaktır. Türkiye’nin dramını oluşturacaktır üçü birlikte.
İlaç Dosyası filminin romandaki çıkış noktası, yerli ilaç üretmek isteyen yurtsever aydın Doktor Ramiz’in yaşadığı açmazlardır bir bakıma. Dr. Ramiz’in yaşadıklarına yakından tanıklık eden devrimci eczacı Fuat, Gündüz ve Refik’i, ilaç piyasasında dönen oyunları anlatmak için bir film yapmaya ikna eder. Dr. Ramiz, ucuza mal edeceği, fiyatını ucuz tutacağı yerli ilaçlar üretmek peşindedir; bu yolla yabancı ve yerli tekellerin de, ilaçta hırsızlığa vardırdıkları kârlarını azaltmak zorunda kalacağını; devletin soyulmasının önüne geçileceğini düşünür. Ama ilaç hammaddesinde de dışa bağımlıyızdır; Dr. Ramiz hammaddeyi ucuza getirmek için anlaştığı ihracatçının kazığını yer; ücretini ödediği miktarlarda hammadde temin edemez, eksik kalan ödeme için çalıştıramadıkları, eski bir fabrikayı kakalarlar ona. Dr. Ramiz bu kez hammadde için gereken nakit döngüyü sağlayabilmek için tefecilere senet kırdırmak zorunda kalır, yüksek miktarlarda faiz öder. Bu aşamada Fuat, Zühtü Bey’i Dr. Ramiz’in işine para yatırmaya ikna edecektir. Dr. Ramiz’in fason üretim yaptırdığı küçük laboratuvarlar işlerini aksatmaya, yapmamaya başlarlar çok geçmeden. Laboratuvarların çoğu bu süreçte kapanmış, el değiştirmek zorunda kalmıştır. Büyük sermaye kurtları tarafından satın alınmışlardır. Yabancı sermaye Dr. Ramiz’in ucuz ilaçlarını batırmanın peşindedir. Yabancı sermayeyle işbirliği yapan yerli sermayenin önde gelenleri de, küçükleri yuta yuta büyümektedir. Sağlık Bakanlığı da tam bu süreçte “biyoyararlılık” istemeye başlamıştır ilaçlar için. “Biyoyararlılık” ancak holdinglerin elindeki pahalı aygıtlarla yapılabilecek testlerle ölçülebilir. Bu ölçümleri yaptıramadığı için Dr. Ramiz’in kimi ilaçlarının satışı durdurulmuştur. Doktor Ramiz bütün iyi niyetli çabalarına rağmen batmaktan kurtulamayacaktır.
İlaç Dosyası filmine esin olan Doktor Ramiz’in batmış/batırılmış olması gibi, İlaç Dosyası filminin çekimi de engellenecektir. Filmin içeriği az çok duyulmaya başlamıştır ve “sanatsever, sporsever” ilaç sanayisi ve bu sanayiye kültür-sanat-spor faaliyetlerinden ötürü sempati besleyen aydın çevreler dahil, bir huzursuzluk oluşmuştur. Türkiye’nin aydınlık güçlerinin, solcu aydınlarının, karanlık güçlerce hedef alındığı, takip edildiği, katledildiği günlerden geçilmektedir gene. Refik tehdit telefonları almaya başlamıştır. Gündüz takip edildiğini fark etmiştir ve ilerici bir polis kanalıyla, tutuklanmış karanlık bir tipin üstünden çıkan listede kendi adının ve adresinin de bulunduğunu öğrenmiştir. Emine’nin köpeği zehirlenir. En kötüsü, Zühtü Bey’in, başında Fuat’ın bulunduğu eczanesi bombalanır; bir hastayla birlikte Fuat da ağır yaralanır… Bütün bu acı olaylarla dağılmış olsalar da, ekip, gene de filmi çekmek yönünde irade gösterir. Gündüz’ün kanalıyla devrimci bir sendika konfederasyonunun başındaki sendikacı Fahrettin’den destek alırlar. Gündüz Fahrettin öncülüğünde toplanmış işçi liderlerine insan sağlığı üzerinde tepinilerek döndürülen ne kadar pislik varsa Türkiye’de ve dünyada ortaya dökeceklerini söyler ve şöyle der: “Bu işi yaparsanız siz yaparsınız çocuklar! Refik ancak size yardımcı olabilir. O da elinden tutarsanız, sürekli destekler, yüreklendirirseniz… Yoksa, ya korkar, ya küser gider… İş asıl bizim işimiz!”[13]
Bir süredir Gündüz’e bir dergide çıkan yazılarından ötürü dava açılmıştır ve çok geçmeden ceza da çıkacaktır… Filmi, işçilere emanet ederek cezasını çekmek üzere cezaevine yollandığında öğrenir Gündüz: Sendikacı Fahrettin’i vurmuşlardır… Vurmuşlardır, yeni evlendiği eşiyle bebek bekleyen, güvenilir işçi aydınını. Çocuğun doğacak ve bu film çekilecek diye söz verir Fahrettin’in imgesine Gündüz… Türkiye’de aydınlıkla karanlığın bitmeyen bir mücadelesi vardır. Ama Vedat Türkali gibi, Gündüz de aydınlığın yorulmak bilmez savaşçısıdır. Türkiye gerçeğini, halkın gerçek çıkarlarını, insanına anlatmanın yolunu arayıp bulacaktır.
“Tüm dünya ülkelerinde ilaç pazarlarında dönen oyunları, ilaç tekellerinin insan sağlığını, acısını, umarsızlığını
sömürmek için nasıl kıran kırana savaş verdiklerini,
hükümet adamlarını, devlet memurlarını nasıl satın
aldıklarını, namuslu kalmakta diretenlere ne oyunlar
oynadıklarını, kimi ülkelerde kurdukları açık ilaç
pazarlarına şeker alır gibi halkı ilaç satın almaya nasıl
kışkırttıklarını, gerektiğinde hayvan preparatlarını hiç
sakınmadan insanlar için piyasaya sürdüklerini biliyordu artık.”