“Yabancı ilaç tekellerinin … ve yerli işbirlikçilerinin… sahte ilaç yoklukları yaratarak hükümetlerle nasıl fiyat pazarlıkları yaptıklarını … eczacılar bilir.”
Hayır, bu cümle, ilaç yokluğunda firmaların başrolünü daha çok vurgulamaya başlayan İstanbul Eczacı Odası’nın (İEO) bir basın açıklamasından alınma değil. Yaklaşık 35 yıl önce yazar Vedat Türkali söylemiş, İEO’nun yayın organı Havan dergisi için kendisiyle yapılmış bir söyleşide.[1]
Vedat Türkali… ya da Abdülkadir Pirhasan. Sıfatları, edindiği sırayla şair, öğretmen, kısa süreli yayıncı, senarist, yönetmen (Yeşilçam’ın “Hocası”), oyun yazarı, roman yazarı; her daim sıkı polemikçi ve en önemlisi ilk gençlik yıllarından itibaren komünist bir aydın. TKP’nin ilk ve “eski” üyelerinden. 97 yıllık uzun ömrü boyunca hep sarıldığı ve bırakmadığı sıfatı, komünistliği. Son yıllarında Kürt hareketine yaklaşmış ve TKP tarihini de bu çizgiye göre yeniden yorumlamaya girişmişti. Ama onun siyasi yönelimini tartışmak, bu yazının konusu değil.
Bu yazı ve bir süre sonra gelecek arkası, Türk edebiyatında, ilacın-ilaç emekçilerinin; eczacıların-eczanelerin; ilaç piyasasının, ilaç sanayisinin kurgu içinde ağırlık gösterecek kadar işlendiği az sayıda eserden biri[2] olan Yeşilçam Dedikleri Türkiye’yi anlatmak için yazılıyor.[3] Vedat Türkali’nin 1986 yılında yayımlanan, toplumsal/siyasal/tarihsel olanla bireysel olanı karşılıklı etkileşimleri içinde ele alan; kahramanlarını iç/dış çatışmalarıyla, tüm çelişkileri ve karmaşaları içinde gerçekçi biçimde resmeden; Türkiye’nin uluslararası tekeller ve yerli işbirlikçileriyle, aracılara-tefecilere izin veren yapısıyla içine düşürüldüğü ekonomik kıskacı; halkın hem ilaç ihtiyacını karşılarken, hem film seyrederken sömürülmesini sergileyen; karanlık-aydınlık çatışmasını ve özgürlük mücadelesini işleyen; örgütlülüğü, işçi sınıfının tarihsel rolünü çıkış olarak gösteren romanlarından birini. Yazarının “çok sevdiği”ni belirttiği, belki de “en az bilinen”; “Grevdeki bir ilaç fabrikasının kapısında, gece yarısı karanlığında yaşamını yitiren ilaç işçisi Hasan Ateş’in anısına” atfettiği romanını.
Üç ana karakter
Roman her birine sırayla ayrılan bölümlerle, üç ana-karakter arasında dönerek akar. Sinema emekçisi, “montajcı” ve yönetmen olma sevdalısı Refik tiplemesiyle Yeşilçam’ın mutfağına dalarız; hapisten yeni çıkmış, eşi tarafından terk edilmiş, parasızlığın itelemesi ve dostlarının aracılık etmesiyle senaryo yazmaya girişmiş Gündüz ile 1950’lerin, 60’ların, 70’lerin sol-devrimci çevrelerinde dolaşırız; Refik’in babası, eczacı Zühtü Bey ise, dar kafalı, değerler olarak bir anlamda Osmanlı artığı, bellediği dünya görüşü dışında düşünmeye hiç gerek duymamış, değişen Türkiye ve dünyayla uyumsuz meslek erbabını resmeder. Karakterler betimlenmez, yapıp ettikleri, tepkileri, dış ve iç konuşmalarıyla işlenirler ve kişiliklerinin doğru/yanlış, iyi/kötü tüm yanlarıyla, değişip dönüşmeleriyle gösterilirler. Sınıfsal konumlarına, tarihselliklerine ve dünya görüşlerine uygun biçimlendirilen bu karakterlerin birbirleriyle ve etraflarındaki diğer karakterlerle etkileşimleri, çatışmaları ve içsel çelişkileri; toplumcu gerçekçi ve kaliteli filmler ortaya koyamayan Yeşilçam’daki yapısal sorunları ve ilaç sektöründeki sömürü çarkını anlatmaya birer vesiledir Vedat Türkali için. 608 sayfalık romanın sahnesine girip çıkan, bir bölümü gerçek hayattan çok iyi bildiğimiz kişileri andıran, Yeşilçam’dan, siyasi ve aydın çevrelerden o kadar çok karakter, romanda ele alınan o kadar çok mesele var ki, Yeşilçam Dedikleri Türkiye’yi hakkıyla ele almak kolay ve kısa bir iş değil; o nedenle bu ve devam yazısının ana gövdelerini, romandaki eczacı karakterlere daha yakından bakıp, ilaç sorununun ele alınışına ayırmakla yetineceğim.
İki başka eczacı: Zühtü Bey ve Fuat
Ana karakterlerden Eczacı Zühtü Bey, Balkan harbinden sonra, sandıklarındaki altınlarla İstanbul’a gelmiş, fırsatları değerlendirip gayrimüslimlerden mal-mülk edinmiş bir aileden gelir. Zühtü Bey Hitler’in iktidara geldiği yıl Almanya’da kimya eğitimine başlamış, babası vefat edince Türkiye’ye dönmek zorunda kalmış, burada eczacılık eğitimine devam etmiştir. İnönü’nün CHP’sinin yaydığı ideolojiyi hiç sorgulamadan kabul etmiştir; politikaya uluorta karışmasa da, partinin güvenilir adamıdır; CHP çizgisinden sapmaz, Hitler’i “yurtsever” bulur; komünistlerden hazzetmez. Demokrat Partililer onu kazanmaya çalışmıştır, yüz vermemiştir. Partilere değil de, devletine, vatanına bağlıdır o. Dar kafalıdır; beylik düşünceler dışında bir fikri yoktur. Gelenekselliğe, feodal değerlere kuru kuruya sarılır.
Gençliğinden itibaren kafasını çevirdiği yerde dölleyecek tavuk gören bir horoz gibi davranmıştır; artık kart bir zamparadır. Hayatında hep ikinci, üçüncü kadınlar olmuştur. Onlara ev açar, maddi vd. sorunlarını çözer, metresleri yapar. Gençliğinden itibaren biraz parayla, biraz ürküterek örtbas ettiği “ilişkileri” de olmuştur. Küçümsediği, zulmettiği ve ihanet ettiği eşinden, onu terk ettiği için nefret eder. Kendisiyle yaşasalar da, çocuklarıyla da yakın, sıcak bir ilişki kuramaz. Oğluna eczacı olması için bastırmıştır; sinema tutkusunun peşinden gidince de, babasının imkânlarını sömüren bir parazit gibi davranmaya başlamıştır ona. Kendisinden sonra malını mülkünü filme yatırıp batıracak bir serseridir Zühtü Bey’in gözünde. Taze avukat kızını ise, tüm kadınlar gibi zayıf bulur. Kadınların eczacılık mesleğinde ağırlık kazanmasına bozuluyordur, kızının eczacı olup eczanesinin başına geçmesi fikrine dayanamaz. Neyse ki, o yolu seçmemiştir. Zühtü Bey kadınlara hep acımıştır, onları “ezim ezim ezmek gerektiğine” inanır; iki cinsin gövdelerinin yaratılışından başlamaktadır bu ona göre. Sinirlendirdiler mi, eşini, metreslerini, yetişkin çocuklarını, kalfalarını dövmelere kalkar.
Mezun olduğunda, Taksim’de satılık olan bir eczaneyi devralmıştır. O zamanlar da herkese her yerde eczane açma izni verilmiyordur; etkili kişileri aracı koyarak alabilmiştir eczaneyi. Sonra giderek çoğalmıştır eczaneler, her köşe başını tutmuşlardır. O kadar bollaşmışlardır ki, kimisi kirasını bile çıkaramaz durumdadır.[4] Gene de mahallesi Zühtü Bey’den soruluyordur hâlâ: Karakoldakiler bile önemli konularda ona danışır. Dertlerin, dertlilerin odak noktasıdır. Havanla yapılan eczacılığı özlüyordur; hazır ilaç reçete eden doktorlara sövüp sayar, tekel bayisine döndürdüler eczaneleri diye yakınır. İstiklal Caddesi’ndeki eczane vitrinlerinde oyuncak, plaj aracı gereci, kozmetik görmeye dayanamaz. Yalnız eczacı değildir eczanesinde kurduğu ilişkilerde; sırası gelince hekimlik, avukatlık, giderek mahalle kabadayılığı rollerini de üstleniyordur. Ona buna sataşan serserileri karakolda falakaya yıktırıyordur. Rum Lena’yı da böyle tanımıştır. Gözü yaşlarla eczaneye gelen Lena’nın babasından tehditle para sızdırmaya kalkan serserileri sille tokat dövüp sindirmiştir. Lena sığınmıştır adeta ona.
Zühtü Bey’in dünyaya bakışındaki darlıklar, ilkellikler; kalp krizi geçirip hastanede yattığında eczanenin başına geçecek, kızının arkadaşı solcu eczacı Fuat ile benzemezliğiyle iyice belirginleşir. Fuat güleryüzü, candanlığı, sakinliği, tatlı dilliliği, insanseverliği, cin gibi aklı, iş bitiriciliğiyle; herkesi, her şeyi şıp diye tahlil edip, güzellikle idare etmesiyle; kimseye tepeden bakmaması, halkçı davranışlarıyla; sanattan siyasete her konuda sohbet edebilecek zengin entelektüelliğiyle; karşısındakinin aklına, kalbine netlikle dokunan sözleriyle; her daim eczacı örgütlenmelerinin içinde olmasıyla; ilacın sömürülmesine karşı çıkışlarıyla, sömürü çarkını kırmak için bir şeyler yapma çabasıyla Zühtü Bey’den apayrı bir karakterdir. Ama eski eczacıların namuslularından biri olarak gördüğü Zühtü Bey’i idare etmeyi de hiç değilse maddi olanaklarıyla örgütlenmelerin, ortaklıkların içine sokmayı da becerecektir Fuat. Ucuza ilaç üreterek hem dışa bağımlılığımızın, hem ilaç fiyatlarındaki aşırı şişmenin önüne geçmek isteyen Doktor Ramiz’in işlerine sermaye yatırmasını sağlar örneğin. Neredeyse Gündüz ile Refik’in üzerinde çalışmaya başladığı İlaç Dosyası filmine bile para yatırmaya ikna edecektir Zühtü Bey’i.
Zühtü Bey Fuat ile ilişkisinde baştan itibaren sıklıkla afallamıştır. Bu dürüstlüğüne giderek emin olduğu, iş bitiriciliğiyle her türlü işi onun için kolaylaştıran çocuğa güvensin mi, uzak mı dursun; bilemez. Görmediği-duymadığı, farklı bakmayı, farklı yaşamayı bilmediği düşünceler ve durumlarla karşılaştıkça şaşırıp kalır. Aşağıdaki diyalogları, bu iki benzemez karakterin kişilikleri ve iletişimlerinin niteliğinin açıkça görüldüğü, matrak bir örnektir:
“Fuat,
“- E Ağbi, nasıl olsa sizi de solcu yapacağız, dedi. Solcularla düşe kalka…
“- Kızgınlıkla kesti Zühtü Bey,
“- Siz benim ya..mı solcu yaparsınız… dedi.
“Arkadaki kızlar kıkır kıkır gülüyorlardı. Fuat gülmemişti. Şöyle bir yan gözle baktı Zühtü Bey’e:
“- İş ondan zaten Ağbi, dedi. Ya..ğınızı solcu yaptık mı bitti gitti!.. Doğrusu biraz şaşırmıştı Zühtü Bey… Bu herifle baş edilmez… Tutamamıştı, güldü,
“- Onun da solcusu oluyor demek, dedi, biraz da alayla…
“Taksim’i dönüp Tarlabaşı’na giriyorlardı. Bir küçük aradan sonra,
“- Oluyor Ağbi, dedi Fuat.
“Söyleyeceğinin altını çizer gibi. Sonra ekledi yavaşça,
“-Düşman gördüğün birine saldırı için değil eşit biriyle mutluluğu bölüşmek için kullanırsın o silahı… O zaman solcusu oluyor…
“Şimdi ne demeliydi Zühtü Bey? Silah diyor… Öyle ya, silahtır asıl anlamı o sözcüğün eskiden… Mutluluğu bölüşüp… Has..tirin boklar! Geldik işte… Bunlarla konuşulmaz…” [5]
Zühtü Bey’i esas sarsacak olan yurtdışı gezisinde yaşayacaklardır. Romanya o dönemde hâlâ sosyalizmi yaşayan bir ülke olarak, Zühtü Bey’in sosyalizm üzerine tüm ezberini bozacaktır. Romanya’dan Almanya’ya geçer, buradaki gençlik zamanını yad eder. 60 yaşından sonra anılar akın akın saldırmaya başlamıştır kişiye. Oradan da Yunanistan’a. Atina’ya yerleşmiş olan unutamadığı aşkı Lena’yı bulmaya. Ama Lena ile karşılaşmaları tam bir yıkım olacaktır Zühtü Bey için… Lena, burada komünist bir çevrededir ve eşit ilişki kurduğu kocası ve çevresiyle mutludur. Geçmişte kendisine kapatması gibi davranan, 6 -7 Eylül olaylarında korku ve üzüntü içindeyken bile, bir yandan yardım ederken, bir yandan onun ne yaşadığını görmeyip canını acıta acıta sevişmek isteyen Zühtü Bey’e, yaşattıkları için tüm nefretini kusar; eczaneden aşırdıklarını yoksul komşulara nasıl dağıttığını anlatır. Zühtü Bey yıkılmıştır ama gene de bu yüzleşmeden bir şey öğrenmeye yanaşmaz. Sonrasında zihninde mektuplar yazarak, Osmanlı seferleri düzenler, Lena’nın ve Atina’nın üstüne; böylece kendince intikamını alır. Değişen değerlere, değişen ilişkilere uyum sağlayamamış, empati yoksunu, eski kafalı Zühtü Bey’in dramı da budur.
Türkali, karakterlerini yukarda okuduğunuz gibi betimlemez asla; daha önce de belirttiğim gibi, yapıp-ettikleri, tepkileri, iç ve dış konuşmalarıyla işler. Yazımın bu ilk kısmında, romanda yer bulan birbirine benzemez iki eczacı karakteri, 608 sayfalık romandan süzüp çıkardıklarımla analiz etmeye ve betimlemeye çalıştım. Önümüzdeki günlerde okuyacağınız ikinci kısmı ise, “İlaç Dosyası”na, yani Eczacı Fuat’ın Gündüz ve Refik’i, ilaç piyasasında dönen oyunları anlatmak için çekmeye ikna ettiği filme ayıracağım.
[1]) Cümlenin tamamı bu değil; anlam bağlamı oldukça kapsayıcı, net ve çarpıcı. Meslekteki dikkat çekici güncel bir sorunu vurgulamak için eksilttim, tamamı şöyledir: “Yabancı ilaç tekellerinin büyük soygununu, yerli işbirlikçilerinin bu soygundan pay kapma çabalamalarını; bunların, halk sağlığını hiçe sayarak kârlarını artırmak için ne dolaplar döndürdüklerini, aldıkları kredilerin faizlerini bile ilaç fiyatlarına bindirerek halka ödettiklerini, sahte ilaç yoklukları yaratarak hükümetlerle nasıl fiyat pazarlıkları yaptıklarını, tedavi değeri olmadığı için ya da ciddi yan etkileri saptandığı için gelişmiş ülkelerde yasaklanmış ilaçların, tekellerin kârları uğruna halka nasıl yutturulduğunu ve daha nice dolandırıcılığı eczacılar bilir.” “’Yeşilçam Denen Türkiye’ Romanı Dolayısıyla”, Vedat Türkali ile (söyleşi), Havan, “Kongre’ye Doğru…”, Ağustos 1989, Sayı:4, ss.54-56.
[2]) Haldun Taner’in merkezinde, Fazilet Eczanesi ve onun eczacısı Sadettin Dertsavar’ın bulunduğu, Fazilet Eczanesi adlı oyununu ve gene “Eczanenin Akşam Müşterileri” başlıklı öyküsünü de anmadan geçmeyelim.
[3]) Boyun Eğmeyen İlaç Emekçileri’nin Wattsapp yazışmalarında roman konuşulurken, Rana Kunt Güney Ablamız, eşi, Ecz. Rıfat Güney Ağabeyimizin Vedat Türkali ile yakın dost olduklarını ve Türkali’nin bu romanına Rıfat Güney’in katkılarının olduğunu belirtmişti. Çok yenilerde kaybettiğimiz, Çağdaş Eczacılık Hareketi’nin kurucularından, Eczane Sahipleri Derneği ve Kamu Eczacıları Derneği’nde Genel Sekreter ve Başkan olarak çalışmış ve İstanbul Eczacı Odası’nda Yönetim Kurulu Üyeliği ve Genel Sekreterlik görevlerinde bulunmuş Ecz. Rıfat Güney, 68’li devrimcilerdendi. 1971’de yakalanmış, Sansaryan Han’ın tezgâhlarından geçmiş ve bir süre hapiste de yatmıştır.
[4]) Yeşilçam Dedikleri Türkiye romanı, Türkiye’nin 1950’lerin ortasından başlayarak 1980’lere kadar gelen tarihindeki önemli kimi olayları, 2-3 yıl içinde gerçekleşmiş gibi verir roman zamanı ve kurgusu içinde. 25 yıllık gerçek süreçte eczanelere dair tanıklık edilmiş ne varsa, eczanelerin dönüşümü, ekonomik daralmaları, eczane sayısındaki artış, ilacın sömürü mekanizmaları, halk sağlığı üstünde tepinerek elde edilen kârlar gibi konular, mesleğimizin güncel sorunlarının bugüne has olmadığını da belgeler niteliktedir.
[5]) Vedat Türkali, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Ayrıntı Yayınları, 2015, s.251.