Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) anayasasında sağlık; “Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir” şeklinde tanımlanmıştır. (1) Gençlerin ilaçlara erişimi ve sağlıklı olma halleri de yaşadıkları toplumdan azade değildir. Çağımızdaki bireycilik ve birey olarak var olma düsturu neoliberal politikalarla beraber sektörleri etkilemiş ve son yirmi yılda Türkiye’nin sağlık politikasını kökten değişime uğratmıştır. (2)
“Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil,
bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir”
Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlık sisteminin kurucularından olan ilk Sağlık Bakanı Refik Saydam, sağlık başkan yardımcısı, tabip binbaşı olarak Bandırma Vapuru’ndaki 18 kişilik heyette yer almıştır.(3) Erzurum’da Mustafa Kemal Paşa askerlikten istifa ederken Dr. Binbaşı Refik Saydam da istifa edenlerden biridir.(4) Refik Saydam, 1923’te Sağlık Bakanı olmasıyla birlikte yıllardır süren savaşlardan bitap düşmüş, salgın hastalıklardan kırılan, bebek ölüm oranlarının yüksek olduğu, sağlık personeli eksiği çeken bir mirasla başbaşa kalmıştır. Refik Saydam’ın bulaşıcı hastalıklarla mücadele konusundaki deneyimleriyle halkçı sağlık politikaları oluşturulmaya ve uygulanmaya başlanmıştır. Koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetlerini taşra bölgelerine götürebilmek için iki model uygulanmıştır. Dikey örgütlenme (vertikal) modeli ile bulaşıcı hastalıklara karşı örgütlenmeye gidilmiştir, sıtma, verem savaş gibi. Yatay örgütlenme (Horizontal) modeli ile sağlık personeli sayısı arttırılmaya, tıp fakültelerinin imkanları uluslararası standartlara getirilmeye, köy enstitülerinde ebe ve sağlık personeli yetiştirilmeye çalışılmıştır. 1930’da üç kadın eczacı mezun olması, Kızılay’ın hemşire okulunun açılması, Sivas’ta yatılı sağlık memuru okulunun açılması bu dönemde gerçekleşmiştir. On beş sene içerisinde sağlık personeli ve hastane konusunda sıfırdan çok önemli gelişme kaydedilmiştir. (5-6-9)
17 mayıs 1928 tarihinde Hıfzıssıhha Kurumu Yasası’yla birlikte Ankara ve Sivas’taki laboratuvarlar birleştirilerek bilimsel araştırmalar için bakanlığa bağlı bir kurum oluşturulmuştur. Bu kurumun kurulmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti resmi olarak bütün biyolojik maddelerin üretimini bu kuruma bağlamıştır. 1998 yılında aşı üretimi durana dek DSÖ’ce tanınan ve ihracat yapan bir kurum olarak varlığını sürdürmüş, 2011 yılında tamamen kapatılmıştır. (5-6-9)
24 nisan 1930 tarihinde Umumi Hıfzıssıhha Kanun’unda geçen -Memleketin sıhhi şartlarını ıslah ve milletin sıhhatine zarar veren bütün hastalıklar veya sair muzır amillerle mücadele etmek ve müstakbel neslin sıhhatli olarak yetişmesini temin ve halkı tıbbi ve içtimai muavenete mazhar eylemek umumi Devlet hizmetlerindendir.(7) – ifadesiyle birlikte halkın sağlık hakkı devletin güvencesi altına alınmıştır. Türkan Saylan gibi doktorların çabalarıyla da uzun yıllar sürdürülen halkçı politikalarla Türkiye Cumhuriyeti salgın hastalıklara karşı zafer kazanmıştır. (10)
İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen ilk liberalleşme dalgasıyla 1952 yılında Türkiye’de yerli ilaç fabrikaları açılmış, yabancı firmaların direkt yatırımıyla ilaç altyapısı ve teknolojisi gelişmeye başlamıştır.(8) İç pazardaki ilaç ihtiyacının % 95’inin yerli üretimle karşılanması için devlet özel sektör ortaklığı bu zamanda kurulmuştur. ⁸ 1950’li ve 60’lı yıllardan beridir bu ortaklık inişli çıkışlı olarak devam etmektedir. Dünyada yavaş yavaş esmeye başlayan ve 68 kuşağı hareketiyle isim yapacak hak arama yolculuğunun rüzgârı yine bu dönemde meslek birlikleri kanunlarıyla kendini göstermiştir; Türk Tabipleri Birliği Kanunu (1953), Hemşirelik Kanunu (1954), Türk Eczacıları Birliği Kanunu (1956) gibi örneklendirilebilir. 1961 yılında “Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi hakkında kanun” ve 1961 anayasasının 48. ve 49. maddeleriyle (Madde 48: Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Bu hakkı sağlamak için sosyal sigortalar ve sosyal yardım teşkilâtı kurmak ve kurdurmak devletin ödevlerindendir. Madde 49: Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde yaşayabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir) sağlık emekçilerinin özgürce örgütlenmelerine ve vatandaşların sosyal haklarına sahip çıkmalarına olanak tanınmıştır. (11)
1980 yılına kadar sürecek olan “Sosyalleştirme Dönemi” dünyadaki sağlık trendlerine yön vermiştir. 1977 yılında DSÖ’nün “2000 yılında herkese eşit, ulaşılabilir, ücretsiz ve nitelikli sağlık hizmeti ilkeleri” 1961 anayasasındaki Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Uygulamalarına benzerlik göstermektedir.(9)
1980 darbesinin doğal sonucu olan 1982 anayasasının 56. maddesiyle sağlık ve sosyal güvenlik hakkı tekrardan düzenlenmiştir. -Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak, iş birliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenler. Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek yerine getirir. Sağlık hizmetlerinin yaygın bir şekilde yerine getirilmesi için kanunla genel sağlık sigortası kurulabilir- Bu maddede geçen özel kesimlerdeki ifadesiyle ilk defa devlet halkın sağlığı konusundaki sorumluluğunu özel sektör ile kanunen paylaşmaya başlamıştır. (6)
1984 yılında yürürlüğe konan DSÖ’nün belirlediği İyi Üretim Uygulamaları (Good Manufacturing Practice-GMP) ve verilen teşviklerle sektörde yatırımın artmasını sağlamıştır. (8)
1990 yılından 2003 yılına kadar yılda en az % 10 büyüyen sektör, fiyat istikrarsızlığı, hammadde ve mamül ürün arasında KDV farkı gibi sorunlar yaşamıştır. 2003 yılında “Sağlıkta Dönüşüm Programı” ile referans fiyat politikasına geçilmiş ve fiyat istikrarı sağlanmaya çalışılmıştır. (8)
2006 senesinde 5502 sayılı “Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu” ile farklı sosyal güvenlik kurumları tek bir çatı altında toplanmıştır. Aynı yıl Sosyal Sigortalar Kurumu’nun (SSK) sahip olduğu ilaç fabrikaları özelleştirilerek devlet neredeyse tamamen ilaç sektöründen çekilmiştir. (6) Özelleştirmenin nedeni ilaç piyasasını büyütmek olsa da 2007’de Dünya İlaç Piyasası’nda pazar payında 13. sırada olan Türkiye, 2011 ve 2016 yılında üç basamak düşerek 16. sıraya önce yerleşmiş ve kalmış ardından 2020 yılında 18., 2021 yılında 19. ve 2022 yılında 21. sırada kendine yer bulmuştur. (12-14-15-16-13)
İlaç politikasının özelleştirilmesi Türkiye’ye istediği pazar payı büyümesini sağlayamamıştır aksine düzenli bir düşüş gözlemlenmiştir. Sıralamanın önemi dış yatırım alma kaynaklıdır çünkü halihazırda pazar payının % 40’ını tek başına ABD % 13’ünü ise Çin üstlenmektedir. 2007 yılında % 2’lere erişme potansiyeli olan Türk İlaç Endüstrisi günümüzde dolar bazında hergün değer kaybetmektedir. İlaç piyasasına her sene katma değeri yüksek yeni nesil tedaviler sunulmaktadır. Konvansiyonel ilaç üretiminde imkanları yeterli olan Türk İlaç Endüstrisi yeni nesil tedaviler karşısında yetersiz kalmaktadır. Yerli ilaç firmaları sigorta teşviği dışında hibe temelli destekler istese de konvansiyonel ilaç üretimi yapan firmaların asıl gelir kalemlerinden vazgeçip biyoteknolojik ilaca yönelmeleri zor görünmektedir. Dünyanın genelinde sağlık harcamalarının %70 – %80 arasını kamu yapmaktadır, OECD ülkelerinde Kamu Sağlık Harcamalarının Toplam Sağlık Harcamasına Oranı 2020 yılı ortalaması önceki yıla göre 2 puan artışla %76,3, Türkiye’nin ise önceki yıla göre 1,4 puan artışla %78,8’dir.(17) Yaşanan pandemi bile bu oranda büyük sapmalara neden olmamıştır. Özelleştirmeler istenen verimi sağlayamadığı gibi kamunun üzerindeki yükü de hafifletmemiş aksine arttırmıştır. Biyoteknolojik ilaçların fiyatlarının yüksekliği ve biyobenzer ilaç üretimindeki yetersizlikler gençlerin yeni nesil tedavilere erişimini engelleyecektir.
2010 yılında çıkarılan 5947 sayılı “Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile kamuda çalışan hekimlerin serbest meslek icrası kaldırılmış olup, hekim ve diğer sağlık personeli için temel maaşın yanı sıra performansa dayalı ek ödeme sistemi getirilmiştir. Hekimlerin çalışma şartlarını kısıtlayan ve sağlığı performansa dayandıran bu sistem her geçen gün hekimlerin yaşam kalitesini düşürmektedir. Toplumun son yirmi yılda geçirdiği dönüşümle beraber sağlıkta şiddet olayları artmakta ve bunun sonucu olarak da hekimler yurtdışında sanatlarını icra etmeye başlamaktadır. 2012 yılının ilk altı ayında 20 sağlık çalışanı İyi Hal Belgesi almak için başvururken, 2022’nin ilk altı ayında 1171, 2023’ün ilk altı ayında 1361 başvuru yapılmıştır.(18) Beyin göçü Türkiye’nin her zaman en büyük sorunlarından olsa da ülkenin kurucu unsurlarından Tıbbiye’nin son dönemdeki hali gelecekte Türkiye’yi çok daha yıpratıcı süreçlere sürükleyecektir.
12 Nisan 2014 günü Resmi Gazete’de yayımlanan Eczacılar ve eczaneler hakkında yönetmelik (19) ilaç sektörü için olası bir yerel çıkışı tamamen engellemektedir. Genç eczacılarla eski eczacıları mezun olur olmaz karşı karşıya getiren yardımcı eczacılık sorunu, basit bir kartelini koruma eyleminden başka bir şey değildir. Genç eczacılar eski meslektaşları gibi eczane açma yetkileri bulunmadığı ve beşerî sermaye sahibi olmadıkları için çıkmaz içerisindedir. Her sene pazar payı daralan sektör içerisinde iş imkanları kısıtlı olmakta, ajans ve danışmanlık kisvesi altında taşerona yönelinmektedir. Kamudan görülen sıfır destek ile eczacılık mesleği hergün değer kaybetmektedir. Beşerî sermaye bulunduğu takdirde, devir alınan eczanenin eczacısına aktarılmakta sonrasında bu sermaye sektörün dışına çıkarak en oturaklı tabiriyle emekli ikramiyesi olmaktadır. Sermaye sorunu olan sektör içeri giren sermayeyi daha ilk saatinde kaybetmektedir.
Özel hastane sayısındaki artış, devlet hastanelerindeki randevu bulamama hali ile özel sağlık sigortaları rağbet görmeye başlamıştır. Özellikle SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) üzerinden yaptırılan tamamlayıcı sağlık sigortası çözüm gibi gözükse de sigortanın kapsamı hala soru işaretlidir.
Türkiye’de gençler Maslow’un piramidinin ilk basamağını tırmanırken dahi zorlanmaktadır. Türkiye’deki her dört gençten birinin ne eğitimde ne istihdamda bulunduğu hatta genç kadın istihdam oranının %31 olduğu düşünülürse, gençler güvencesiz ve hayata tutunacak dal arayarak yaşamaktadır. Sağlık çalışanı akranları ise kanunen önlerine çekilen setler, mobbinge uğrayarak çalışma, beşeri sermaye yoksunluğu gibi konularda zorlanmaktadır.
Gelecekte genetik ve biyoteknolojik tedavilerin Türkiye’ye girişlerinde gecikmeyle, Türkiye’deki gençlerle gelişmiş ülkelerdeki akranları arasındaki fark sağlık anlamında daha da artacaktır. Özel sektörün sağlıktaki etkinliğinin artması, kamucu politikaların terk edilmesiyle gençlerin ilaca erişimi kısıtlanmaktadır. Sağlıklı bireylerin oluşturduğu sağlıklı toplum ise bugünden bakıldığında ütopya gibi gözükmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında yokluk ve sefaletten çıkmak için oluşturulan zihniyetin yeniden oluşturulması gençlerin ilaca erişimini kolaylaştıracak ve sağlıklı nesillerin gelişmesine olanak sağlayacaktır.