Semih Tareen, birçoğumuz için özellikle Covid19 pandemisi ile hayatımıza girmiş, doğru bilgilere ulaşmamızda büyük kolaylıklar sağlayan bir bilim insanı, virolog… Aynı zamanda metal müzik ve film müzikleri yapıyor. Kendisine, iyi ki varsınız, diyor ve hem onu daha iyi tanımak hem de okuyucularımıza yol gösterici olması adına İlaç Emekçileri söyleşimizde buluşuyoruz.

Sizi bilim sevdalısı olmaya iten süreç nasıldı? İlham aldığınız bilim insanları kimlerdir? Neden uzmanlığınızı virüsler üzerine seçtiniz?
Bu sorunun cevabını açıkçası bilmiyorum. Ben hep meraklı biriydim, hala da meraklıyım ve çocukken de bu merak mikroskoptan ufak mikroorganizmalara bakmak gibi heveslerle, fen ve matematik derslerine merakla başladı.
İlham veren çok bilim insanı var. Mesela özellikle doktoramı danışmanlığında yaptığım Michael Emerman isimli virolog… Kendisi doktora hocamdı ve bana çok ilham veren bilim insanlarından bir tanesiydi. Onun dışında, tabii ki tüm zorluklara rağmen bilim mücadelesi veren insanlar var, ilham aldığım. O hikayeler çok ilginç.
Uzmanlığımı virüslerin üzerine seçmemin sebebi ise virüslerle ilgili çocukluk anılarım. Ben seksenlerde büyüdüm, yetmiş altılıyım. Seksenlerde büyürken AIDS salgını vardı ve o zaman gazetelerde manşetlerde acayip korkutucu şekilde manşetler çıkıyordu; çocuk aklıyla, çocuk heyecanıyla bayağı ilgimi çekmişti. Onun dışında korku filmi meraklısıydım ve korku sinemasından “Cujo” filmi çok ilgimi çekmişti; kuduz bir köpek hakkındaydı ve yazar Stephan King’in bir kitabından uyarlanmış. Türkiye’den de “Çocuklar Çiçektir: Kuduz” isimli film. Başrolde Tarık Akan ve Necla Nazır’ın oynağı bir filmdi. Bu filmlerin çok etkisi vardı üzerimde. Bir de son olarak mahallede bir kedi ölmüştü, kuduzdan ölmüş meğer. Bütün mahalleli çocuklar kuduz aşısı olmaya gitmiştik. O zaman İzmir’de kuduz hastanesi vardı. Dolayısıyla böyle bir kuduzla, hem o dönemdeki kuduz salgınlarıyla hem o dönem başlayan AIDS pandemisiyle içli dışlı olmuştum çocukken, o da merak uyandırmıştı virüsler konusunda. Bunlardan dolayıdır diye düşünüyorum
Geri bırakılmış toplumumuz için karmaşık sayılabilecek bilimsel konuları, kolay bir dil ile topluma izah etmeye çalışıyorsunuz. Bu sizi oldukça sevilen biri haline getirirken bilimin popülerleşmesine katkı sağlıyor. Aynı zamanda sizi eleştirenler de var tabi, söylediklerinizin çarpıtıldığına şahit oldunuz mu? Sizce bu tarz şeylerin olmasının nedeni nedir?
Eleştiriler her zaman olacak, bilimde bu normal ama sosyal medyadaki gibi olmuyor bilimdeki gerçek eleştiriler. Yani bilimsel dünyada eleştiriler şöyle olur: Siz ortaya bir hipotez sunarsınız, o hipotezi bilimsel çalışmalarla destekler veya çürütürsünüz, sonra sonuçlarınızı yayınlarda ve konferanslarda paylaşırsınız. Sonra benzer sahada çalışan insanlar da kendi deneylerinin sonuçlarını sizle paylaşırlar ve bu şekilde ortaya çıkan hipotez farklılıkları olursa onlar bilimsel verilerle tartışılır. Bilim zaten böyle ilerler ve sürekli değişir. Bunların dışında sosyal medyada, sosyal medya ile bilim yaptığını sanan insanlar var. Yani bilim öyle yapılmaz, sosyal medyada “Ben öyle düşünmüyorum.” demekle bilim olmuyor. İnsanın ne düşündüğü önemli değil, sadece veriler önemli. Dolayısıyla tamamen bilimsel verilerle bu tartışmalar sürdürülmeli. Sosyal medyada, özellikle aşı karşıtlığından vs. dolayı bir sürü insan bana da laf ediyor, diğer hocalarımıza da laf ediyor. Onları zaten ciddiye almıyorum. Ben sosyal medyada bu tür gereksiz muhabbetlere asla girmeyi sevmem, anında engelliyorum o tipleri. Bunların aslında neden böyle olduğunun sebebini Sinan Alper isimli, çok iyi bir sosyal psikolog açıklıyor. Şöyle açıklıyor: “İnsanların güvensiz hissetmeleri, hükümete güvenmemeleri, şirketlere güvenmemeleri yüzünden bilim insanlarına vs. güvenmemeleri gibi konular söz konusu.” Bu konuda güzel yazıları var, tavsiye ederim.
Başlattığımız kampanyaya başta Türk Eczacıları Birliği, Türk Tabipler Birliği ve birçok baromuz olmak üzere ülkemizin birçok kurumundan harika destekler geldi. Bu sağlık hakkı konusu artık topluma mal olmuş bir konudur. Biz bu mücadeleyi bireysel olarak veremeyiz diye düşünüyoruz. Bu nedenle farkındalık muazzam derecede önemlidir. Aşı bedelini kendi karşılayan arkadaşlarımızla beraber bu bedelin kendilerine iadesini talep ettik. Ülkemizde bu hedefle bir adım attık. Virüsten %100 oranında koruyan HPV aşısının ücretsiz aşı takvimine alınmasını talep ediyoruz. HPV aşısının ücretsiz olması eşit ve parasız sağlık hakkımızın, güvenli ve özgür bir cinsel yaşamın gereğidir.
Çabamız, yaşam hakkı mücadelemizin bir parçasıdır. Aşımızı istiyoruz. Eşitlik ve özgürlük için mücadele ediyoruz.
ABD’de yaşıyor olmanıza rağmen Türkiye gündemiyle haşır neşirsiniz ve kendi alanınızla ilgili yakaladığınız yerlerden aydınlatıcı paylaşımlarda bulunuyorsunuz. Bu katkıları sağlarken ana motivasyonunuz nedir?
Ben aslında Türkiye’deki gündemle pek haşır neşir değilim doğrusu, çünkü Türkiye’deki haberleri takip eden birisi değilim, uzakta da olduğum için ne oluyor ne bitiyor pek haberim olmuyor. O yüzden gündemden haberdar olduğumu söyleyemem. Bu bilgileri paylaşıyorum çünkü ben zaten iş icabı sürekli bilim iletişimi yapıyorum, yani İngilizcede ‘science communication’ dediğimiz şey… Hem kendi sahamdan halkı bilgilendiriyorum hem genel viroloji sahasından. Bunu senelerdir Seatlte-Amerika’da yapıyordum zaten. Sonra pandemi döneminde de bunu yapmaya devam ettim ama bu sefer sosyal medya ve Youtube gibi kanallar üzerinden. Bunları yaparken hem İngilizce hem Türkçe başladım ama sonra tamamen Türkçeye yönelmeye karar verdim. Çünkü pandemi döneminde İngilizce kaynağın çok fakat Türkçe kaynağın az olduğunu gördüm ve aynı zamanda Türkçe pek çok kaynağın da yanlış olduğunu gördüm; işte bu dezenformasyon olaylarından dolayı ben de Türkçe üzerine odaklandım ve o şekilde bu yayınları yaptım. Bunları yaparken yine bilim iletişimciliğine devam etmekti amacım. Ama bir de şu var: Türkiye’ de geleceği çok parlak genç arkadaşlarımız var. Her zaman hepimizin bir yoldaşa ihtiyacı var. Ben de özellikle eğer bu arkadaşlara bir yoldaş bir örnek olabiliyorsam ne mutlu. Zaten bunları yaparken tek bir kuruş para kazanmıyorum.
Ben saatlerimi verdim covid döneminde, her gün saatlerimi ayırıyordum bu konuya. Şimdi o kadar sık değil, daha seyrek ama yine de doğru dürüst bir gönderi yayınlamam saatlerimi alıyor yine. Çünkü bir yayını okuyup anlamam, onu yazmam anlatmam, yazı veya videoya döküp aktarmam gerekiyor. Bu yüzden de vaktimi alıyor ve ben bu işten tek bir kuruş kazanmıyorum. Yani bu tamamen bir gönül işi, severek yaptığım bir iş. Tabii ki faydalanan oluyor mutlaka, ama bir önceki soruda sorduğunuz gibi tüm o emeklerimize rağmen kıymetini bilmeyen bir sürü insan var. O yüzden onları anında engelliyorum, onlar o harcadığım vakti hak etmiyorlar; yayınladığım videolar olsun, yazdığım tweetler olsun, Instagram hesabım olsun, onları görmeyi hak etmiyorlar, engelliyorum direkt.
Bir yandan da metal müzikle olan ilişkiniz göze çarpıyor. Metal müzik bir şeylere karşı bir isyan gibi geliyor bana, sizce de öyle mi? Sizi metal müziğe çeken şey neydi?
Aslında ben klasik müzik eğitimiyle başladım ve hala klasik müzik dinleyicisiyim. Klasik piyano ile küçük yaşta müzik derslerine ve müzik hayatına girdim. Aslında film müzikleri yapıyorum ve son yirmi senedir filmlere müzikler yapıyorum. Türkiye’den de Can Evrenol ve Tan Tolga Demirci isimli yönetmenlerin filmlerine müzik yaptım. Hatta Türkiye’de Kalan Müzik’ten albümüm çıktı 2011 senesinde. Albümün ismi ‘Karanlık Senfoniler’. Müzik çalışmalarım genelde klasik müzik ve film müziği üzerine. Tabii ki müzik zevklerim arasında metal müzik de var. Özellikle metal müzisyenleri desteklemek için sürekli metal gruplarının tişörtlerini vs. alıyorum. Çünkü oradan para kazanabiliyorlar ancak. Dolayısıyla giysilerimin arasında çoğunlukla metal müzik desenleri var. Tabii ki metal müzik isyandır, diyenler olabiliyor; ben öyle görmüyorum. Metal müzik, bir müzik türü ve çok sevdiğim hoşuma giden bir müzik türü. O yüzden dinliyorum. Zaten metal müzik dinleyen arkadaşlar arasında da diğer müzik türlerini çok sevenler var, özellikle klasik müzik türlerini çok sevenler var. O yüzden gerçekten bence müzikalitesi çok dolu bir müzik türü.
Hiç kimse sormamış biz soralım, en sevdiğiniz filmler nelerdir? Film müziği ödülleriniz var, bu serüveninizi de bizimle paylaşır mısınız?
En sevdiğim dört filmi sayayım size. Belki bilmiyor olabilirsiniz ama Letterboxd diye harika bir film uygulaması var ve genellikle biz sinefiller bu uygulamayı kullanıyoruz. Ve orada baş sayfada herkesin dört tane favori filmi yazılıdır. Benim şu anki dört favori filmim: yönetmenliğini Nicolas Roeg’un yaptığı Don’t Look Now, yönetmenliğini Michael Powell’ın yaptığı Peeping Tom, yönetmenliğini John Milius’un yaptığı Conan The Barberian, yönetmenliğini Paul Verhoeven’ın yaptığı RoboCop.
Film müziğiyle ilgili olarak, çocuk yaştan itibaren çizgi filmleri seyrederken müziklerine çok dikkat ederdim ve önceki sorularda dediğim gibi klasik müzik sevgim var benim. Özellikle klasik müziğin kullanıldığı, senfonik müziğin kullanıldığı çizgi filmlere hayrandım. Ve oradan başlayarak çizgi filmlerin müziklerinin nasıl yapıldığını öğrendim, mesela Carl Stalling isimli bir besteciyi ve her hafta senfoni orkestrasıyla sürekli bu bestelerin yapıldığı ve kayıtlandığı ortamları.
Ortaokul yıllarına gelince sinemayı keşfettim ve sinema sevdalısı oldum, film müziklerine yoğun ilgi duydum. Film müziklerini yakından takip eden, film bestecilerinin ismine göre filme giden bir insanım ben. Mesela film hakkında bir şey bilmem ama bestecisi şu kişiyse bu kişiyse ona göre özellikle o filme gitmek isterim mesela.
Sonra bu heves, Seattle’a taşındığım zaman eğitime dönüştü. Burada bir film müziği okulunda iki senelik bir eğitim gördüm, film müziği ve orkestrasyon dersleri aldım, bu uygulamalı bir eğitimdi. Yani teorik değildi, tamamen senfoni orkestrasıyla uygulamalı bir şekilde müzik yapmanız gerekiyordu, bir filme. Oradan mezun oldum ve o günden beri serbest olarak besteci olarak çalışıyorum film müziklerinde. Her sene yaklaşık en az bir film yapmaya çalışıyorum. Covid öncesinden beri film yapımcılığına da girdim, film yapımcılığı yapıyorum. Zaten ben film müzikleri okulu dışında bir de film okuluna da gittim. O da iki senelikti. Orada Yapımcılık ve Yönetmenlik Bölümü’nden mezun oldum. O da yine uygulamalı bir okuldu Amerika’da. Hatta yaptığım kısa filmlerden bir tanesi ödüller kazanıp festivallerde gösterildi ve şu an İngiltere’de Arrow isimli bir blu-ray video şirketi tarafından blu-ray olarak yayınlandı. O şekilde bu heveslerim devam ediyor.

Dünyada bilim hızla gelişirken diğer yandan düz dünyacılar, aşı karşıtları gibi grupların artığına şahit oluyoruz. Elbette bu karşıtlıklardan para kazanan bir güruh var ancak safsatalara inanıp, aşılardan korkup hayatı zarar gören insanlar da oluyor. Sizce bunun sebepleri nelerdir ve dünyada bu tarz yanlış şeylerle mücadele nasıl yürütülüyor, gözlemlerinizi paylaşır mısınız?
Aşı karşıtlığı yeni bir şey değil, ilk modern aşı 1796 senesindeydi, yani 300 küsür sene önce. 300 sene önce de aşı karşıtlığı vardı ve hala var. Eski bilim insanlarının yaptıklarını hurafe sanıp o bilim insanlarını idama mahkûm ediyorlardı. Bugün aynı o cadı avı hikayesi devam ediyor, değişmedi. Edward Jenner’ın yaptığı ilk aşı ineklerdeki bir pox virüsü kullanılarak yapıldığı için insanlar o zaman ineklere dönüşeceklerini zannediyorlardı. Şimdi ise bakın 300 sene geçmiş aradan, hala “Covid aşısı yüzünden kuyruğunuz çıkacak!” gibi saçmalıklar yayanlar var. Tabi onları çoğu insan kale almıyor ama bir de bunlardan daha tehlikeli aşı karşıtları var. Neden? Çünkü onların hekim unvanları, profesör unvanları, doktor unvanları var ve o unvanları kullanarak aşı karşıtlığı yapıyorlar.Farkındaysanız ben sosyal medyada hiçbir yerde unvanlarımı kullanmıyorum, direkt “virüsfantom2” ya da “SemihTareen” diye geçiyor. Yoksa benim de doktor unvanım var ama doktor unvanımı kullanarak halka “İşte bakın ben sizin seviyenizin üstündeyim, bakın ben bu işi bilirim vs” gibi tartışmaları gereksiz buluyorum. Bilimi olduğu gibi anlatmak yetiyor zaten.Maalesef o profesör, doktor ünvanlı insanlar aşı karşıtlığı yayınca halkımızın doğal olarak kafaları karışıyor.
Burada şu önemli, Türkiye’de maalesef hala magazin haberciliği çok revaçta, yani haberi lanse ederken tamamen sansasyon manşetlerle ve sansasyonel görüntülerle, şok edecek görüntülerle ve haberlerle habercilik yapılan bir ülke Türkiye. Böyle olduğu için tabi o şok haberler sayesinde gazeteler ve siteler takipçi arttırabiliyorlar ve o şekilde tıklama kazanıyorlar, oradan da para kazanıyorlar. Çünkü genellikle internet sitelerine bakarsanız reklamcılık vs. o şekilde para kazanıyorlar. Yani burada halkın kendi kafasını, kendi mantığını kullanabilmesi çok önemli.
Mesela insanlar Whatsapp gruplarına üye oluyorlar, ondan sonra Whatsapp gruplarından virüslerle veya aşılarla ilgili sansasyonel, tamamen yanlış bir haber geliyor. Halkımızın bazısı bunları ciddiye alıyor. Neden ciddiye alıyorlar? Hani oradaki olay nedir? Yok bilmem ne doktor demiş de… Ama bu tür bilgileri halkımızın kendisi eleyebilmeli, teyit edebilmeli. Bu şekilde halkımız kendisini eğitebilmeli, bunun için lise diploması veya üniversite diploması şart değil.Mesela takipçilerim arasında herhangi bir okul eğitimi olmayan ama gayet mantıklı insanlar var. Neden, çünkü bu saçmalıkları nasıl teyit edeceklerini biliyorlar. Bugün herkesin elinde telefon var ve telefondan anında istedikleri şeyi teyit edebilirler. Bu kadar basit aslında ama işte ona rağmen insanlar aşı karşıtlarına inanmaya devam ediyorlar çünkü onların kullandığı taktikler çok belli taktikler ve o taktikler sayesinde insanları kandırabiliyorlar. Sonuçta bir aşının işe yaradığı, başarılı olduğu haberi o kadar heyecan uyandırmıyor ama işte bir şirketin aşısının “insan nüfusunu azaltması için bilmem neyi ortaya çıkarttığı” bir propaganda aslında işe yarayabiliyor ve insanları heyecanlandırıyor ve bu heyecanı kullanarak aşı karşıtlığı devam ediyor aslında.
İnsanların bilim okuryazarlığı nasıl artırılabilir? Bir şeyin safsata olup olmadığını anlamamız için ne yapmamız gerekiyor? Buradan okuyucularımıza ne tavsiye edersiniz?
Herkesin elinde telefon var, herkes elindeki telefonla bir şekilde internete ulaşabiliyor, insanlar teyit etmeyi öğrenmeli. Teyit.org gibi sitelere bakabilirler mesela veya o sitelere bakmak istemiyorlarsa başka sitelere bakabilirler. Google ile anında İngilizceden Türkçeye tercüme yapılabiliyor; tercüme yapsınlar, okusunlar… Yani bu kadar basit. İnsanların aslında çoğu tembel ve insanlar iki tık ile başka bir sayfaya geçip bir konu üzerinde vakit harcamak istemiyorlar. Daha bugün birisi bana twitterda yazmış “İşte hocam Haluk Özdil diye bir yazar var.” diyor, o yazar diyor ki “Gelecekte 5 milyar sivrisinek salacaklar ve ölümcül virüs olacak ve bütün insanlar ölecek doğru mu?” Yani şimdi gerçekten hem vaktimi alıyorsun böyle saçma bir soruyla, hem sen kendin bunu zaten aklını, mantığını kullanarak teyit ederek anlayabilirsin hem de şimdi gerçekten birisi böyle bir şey iddia ediyorsa eğer, geleceği görebiliyorsa, o zaman falcılık yapsın ne diyeyim zaten bu kadar basit.
İlaç Emekçileri olarak hep gündemimizde tuttuğumuz bir konu var: HPV aşısının ulusal aşı takvimine alınması. HPV aşısı pek çok ülkede rutin aşılama programında, ancak ülkemizde bireysel inisiyatife bırakılmış ve oldukça pahalı. İlaca erişim ve fırsat eşitliği ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tabi ki HPV aşısı önemli bir aşı, hayat kurtaran bir aşı. Tüm erkek ve kız çocuklara yapılmalı. 9 yaşlarda başlanıyor, ama genelde 11-12 yaşlarda yapılıyor. Çocuklara iki doz, 15 yaş ve üstü yetişkinlere ise 3 doz olarak yapılıyor. Ve şu an 3 aşı var ama aralarında en iyisi 9 tür HPV’ ye karşı koruyan aşı. Türkiye’de HPV aşısının bilinci henüz çok iyi değil ama bunun çocuklarda rutin bir aşıya dönüşmesi mantıklı. Aşılamayı yaptırmak tabi ki önemli ve herkes sağlık hakkına, sağlığa kavuşma hakkına sahip olmalı. Aşı vesaire ne ise, sağlıklı, temiz içme suyu, alt yapı sistemleri, kanalizasyon ve benzeri şeylere ulaşabilmeli.