Türkiye’de toplum eczaneleri ilaç ile hastanın tek meşru buluşma noktasıdır. İlaçların araştırılıp geliştirilmesiyle başlayan serüvenleri nihai amacına eczaneler aracılığıyla, eczacının bilimi ve vicdanı eşliğinde ulaşır. İlaç, halk sağlığının koruyucusuna ancak böyle dönüşür. İlacı zehirden ayıran şeyin yasal hâkimi eczacı, mekânı ise eczanelerdir.
Eczanelerin ilaç üzerindeki bu meşru tekel konumu halk sağlığının teminatı iken hakimiyet kuramadığı her potansiyel pazara iştahlanan piyasacı zihniyetin aşındırmak istediği “zamana ayak uydurulması gereken” bir engeldir.
Peki eczanelerin bu korunaklılığı nasıl aşındırılabilirdi?
Ülkemizde sanırım her gerici dönüşüm böyle başlamıştı: saldırdığın şeyi koruması gereken kurumları ele geçir, korunması gereken şeyi değersizleştir.
Evet, eczacılığın değersizleşmesi de aynen böyle devreye sokuldu. Elimizden ilacı almak, ilacın ve şifanın tanımını değiştirmek, bilimsel yüklerinden hafifletmek, vicdandan arındırıp cüzdanları doldurmak için…
Gericiliğin yaygınlaştığı bir dönemde sağlığa da el atılmaması düşünülemezdi. İster diplomalı olsun ister diplomasız sosyal medya ve televizyon programları aracılığıyla sağlık okur yazarlığı geri bırakılmış toplumumuza sürekli birtakım ürünler alınması söylenip duruluyor. Bunların bir kısmına artık yaygın adıyla gıda takviyeleri deniyor. Askorbik asidin adı c vitamini olunca ilaç olmaktan çıkıp takviyeleşiyor sanki. Bunlar eczaneden çıkıp market raflarında hatta internetin dehlizlerinde kendine vitrin buluyor.
Eczacılık fakültelerindeki ana bilim dallarından olan farmakognozinin uzmanlık alanı “ilaçsız yaşam” adıyla şarlatanların pazarına dönüşebiliyor. Sadece bunlar da değil. Bilim tarihinin çöplükleri karıştırılıp çıkarılan sahte-bilimler popülerleştirilip hastaların tedavi almaları engellenebiliyor, kimisiyse telafisi olmayan zararlara neden oluyor.
İnsanlar bir yandan alması gereken sağlık hizmetlerine ulaşma güçlüğü çekerken bir yandan da bilim insanlarına saygınlığın düşürüldüğü bir uğrakta maruz kaldıkları içeriklerin esaretiyle kandırılıyor. Bunların hepsi şifa arayışının eczanelerin dışına çıkmasıyla başlıyor. Ama yetmiyor. Eczanenin içine de sızmaları gerek…
Meslek örgütlerinin varlık nedeni…
Meslek örgütlerinin varlık nedenlerinin başında mesleklerini korumak gelir. Bu meslek bilimle icra ediliyorsa meslek örgütlerinin bilimi de savunmaları gerek. Kendi biliminin değerlerini dokunamaz kılmalılar. Bilimine dokunmak isteyenlerle çıkar birliktelikleri kuramamalılar. Kongre ve meslek içi eğitimler üyelerinin aidatları yerine sponsorlarla gerçekleştirildiğinde bu aşınma başlıyor. Birçok eczacı odasının üyelerine meslek içi eğitim kisvesi altında sunduğu etkinliklere bakın, muazzam bir çoğunluğunun eczacılık mesleğinin temeliyle çatışan içeriklerden oluştuğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Mesleğinin bilimsel varlığını koruması gerekenler koruma görevini yerine getirmedikleri gibi bu aşındırmaya aracılık hatta öncülük eder halde. Kongrelere sunum yapmaya gelen mentorlar, işletme fakültesi mezunları eczacıları karşılarına alıp üstten bir dille “eczacılığın bittiğini, ilacın devri kapandığını, artık ilaç değil başka şeyler satmaları gerektiğini” anlatabiliyorlar. Oysa yemini olan meslekler fakültede öğrendiğinin kefili olabilirler, pazarlama broşürlerinin değil…
Mesleğini koruyamayanlar birilerini karşımıza çıkarıp “meslek bitti, şimdi şunu yapmalısınız” dedirtebiliyor, çok enteresan.
Peki bilimin esas yuvası olması gereken üniversiteler?
Şimdilerde terör örgütü olarak anmayanın hemen ayıplandığı cemaatin iktidar ortağıyla birlikte giriştiği operasyonlardan nasibi üniversiteler de almıştı 2000’lerin ilk on yılını bitirirken. Üniversitelere yapılan operasyonların sonrasında akademi yönetimlerinin tercihinde parti borazanlığının tescili her şeyin önüne geçti. Cemaatin biri gidiyor tarikatın diğeri geliyordu. Aynı yıllar piyasacılığın da akademinin içinde fink atmaya başladığı dönemlerdi. Girişimcilik amentüsü oldu bu yeni dönemin. Akademi sermayeye meşruiyet devşiren bir kaynağa dönüştü. Pıtrak gibi çoğalan fakülteler işçileşecek mezunlar verirken kadroları eşin dostun istihdam yeri oluyordu. Sahte-bilim pazarlayan dekanlar bile çıkabiliyor, kimisiyse sosyal medya fenomenliğine soyunup etik dışı işlere girişmekten çekinmiyordu. Çürüyen gericileşiyor, gericileşen çürüyordu. Kendini mümkün mertebe korumaya çalışan ekolleri çıkarınca geriye pek de onurlu bir şey kalmıyordu.
Dijitalleşmenin dünyanın her yerinde her sektörde gelişim getireceği düşüncesine eşlik eden fırsatçılık ile eczacılık mesleğine tacizler başka bir boyuta ulaştı.
Maalesef o günlerden bu günlere kimse buna ayıkmazken tersinden kendisini geri kalmış hisseden bir meslek grubu, kavram setine hâkim olmadığı bir literatürün önünde boynunu eğdi, kimisi sonra parçası oldu, kimisi öncülük etti.
Eczanenin içinde ve tedarik zinciri korumasında güvenli olan sağlık peyderpey bu sınırların dışarısına çıkarıldı.
Eczacılara mesleğini yok edecek girdileri pamuk şekerine bulayıp yedirdiler.
Eczacılar her alanda kendi bilimini ve onurunu koruması için mücadele etmeli artık. Arkasına sermayenin ve görünürlüğün gücünü almış çıkar gruplarına ayık olmalı. Bilginin kaynağı ve güvenirliğini sorgulamalı. Nesneleşmekten kurtulup özneleşmeli. Sorumluluğunun idrakine varmalı. Sadece alet olunca değil göz yumunca da vebalinin büyük olduğunu unutmamalı.
İki yılda bir eczacının kapısını çalan meslek simsarlarından ve bunların yarattıkları sanılardan ibaret değil eczacılık. Bu karanlık tabloya direnenler de var. Şimdilerde artık sözleri daha da çok duyuluyor.
Eczacılar, namusu olan bilimine ve onun da varlık nedeni olan halk sağlığına mutlaka sahip çıkacak, bu karanlık iklimi yırtıp atacaktır.