Bir yıl oldu…
Koskoca bir yıl…
Benim ise Hatay’a gideli bir hafta sonra bir yıl olacak.
Zaten depremin ardında kalanlar için o “bir hafta”, bir yıla tekabül etmiyor mu sahi?
“Yetişkin kadın”, “yetişkin erkek”,”kız çocuğu”, “erkek çocuğu” yazılı isimsiz kefenlerin gölgesinde kalan,
Sağ kalanların bugün bile dilinden eksik etmediği,
Hayatta kalmanın utancına takılı kalan,
İnsanı hayatta olduğu için fail gösteren,
Giderek azalan umudun tortusu
O “Bir hafta”!
…
Gece vakti varıyoruz Hatay’a
İlkay Akkaya’nın Yol türküsünü sayısız kez dinlemişiz.
Vardığımda ise hayata dair iz arayan dedektif gibi hissediyorum kendimi.
Bir ses? Bir ışık?
Oysa…
Ne ses var ne ışık.
Ölüm tüm sokakların üstünü örtmüş, canlılık yıkılan duvarlarda can çeki…
Bir yıl oldu…
Koskoca bir yıl…
Benim ise Hatay’a gideli bir hafta sonra bir yıl olacak.
Zaten depremin ardında kalanlar için o “bir hafta”, bir yıla tekabül etmiyor mu sahi?
“Yetişkin kadın”, “yetişkin erkek”,”kız çocuğu”, “erkek çocuğu” yazılı isimsiz kefenlerin gölgesinde kalan,
Sağ kalanların bugün bile dilinden eksik etmediği,
Hayatta kalmanın utancına takılı kalan,
İnsanı hayatta olduğu için fail gösteren,
Giderek azalan umudun tortusu
O “Bir hafta”!
…
Gece vakti varıyoruz Hatay’a
İlkay Akkaya’nın Yol türküsünü sayısız kez dinlemişiz.
Vardığımda ise hayata dair iz arayan dedektif gibi hissediyorum kendimi.
Bir ses? Bir ışık?
Oysa…
Ne ses var ne ışık.
Ölüm tüm sokakların üstünü örtmüş, canlılık yıkılan duvarlarda can çekişiyor belli ki, diye geçiriyorum içimden.
Sessizlikte insanın kendi nefesi gürültü gelir mi kendisine?
Çığ etkisi dahi yaratırmış!
…
Sabah oluyor.
Dayanışmanın sarmalından geçmiş ilaç kolilerinin başına geçiyorum.
Denk gelen bakışlarda da sessizce ya ölülerin üstüne toprak atıyoruz birlikte ya bulunmasını arzuluyoruz tüm kalbimizle.
Ara ara da blister’leri makasla keserken buluyorum kendimi,
Kıt olan ilaçta hakkaniyet duygusu şemsiyesi altında, gelen hastalara geçici çözümler sunmak için.
Sonuçta bizler kendi etki alanımızda mesleğin ama en önemlisi insanlığın ve vicdanın kanatları altında sadece “geçici” çözümler bulabilirdik.
Kalıcı çözümler bulmak kravat takanların işi değil miydi sonuçta?
Ancak paraların havada uçuştuğu o akşam dahi hala çadır sormaya gelenler oluyordu.
Bu nasıl adaletsiz düzen! Bu nasıl makas aralığı! Aklım almıyordu.
Sustuk.
Sessizlikte ne çok kelimeler dolandı aramızda.
Ara ara da sessizliği orta ama hayat dolu bir yerden bölmeyi arzulayan bir ses dalga dalga yayılıyordu:
SESSİZLİİİKK… Sshh… SESİMİİ DUYAN VAR MII?
SESSİZLİİKK.. .
Sonra daha bir güçlü:
SESİMİİ DUYAN VAR MII?
Haber kanallarında mucize süsü vererek (sonuçta mucize söylemi gerçekliği ve sorumlulukları inkardır) olması gerekeni lütufmuş gibi gösteren , iltihaplı sosyal medya paylaşımları bir kenara dursun bu soruya depremin 12. gününde dahi eko duydum ben!
Bir jandarma aracımı durduruyor:
-Çabuk ambulansa yer açın canlı çıkıyoorr!!
O güne değin ateşi harlamamak adına -mümkün olduğunca- susmaya çalışan ben, bu haberle direksiyona sıkı sıkı tutunup gözyaşı akıtarak veda ediyordum fahri memleket Antakya’ya.
Ve artık daha bir emindim:
Bu kadar geniş çaplı doğal afete yetişme kabulüm bir gün ile sınırlı
Bir günden sonra olanlar ise, sönmüş ampulün karanlığında enkazdaki adalet kelimesini çıkarmak gayretsizliği ile eş değerdi benim için.
Delil niteliğinde de, bir akşam şu cümleleri işitiyorum çadıra gelenlerden: “…Veteriner olarak nişanlımla o gece, Mersin’den hemen yola çıkıp Antakya’ya geldik…Hiç ama hiç kimse yoktu…İlk üç gün kimse dahi olmaz mıydı? Kimse yoktu…Vardığımızda sadece hayvanlara yardım edebilecek ekipmanlarla geldiğimizden enkaz altındaki insanlara umut olmasın diye çok sessiz hareket ettik…O sesleri unutamıyorum abla…”
Enkaz altında kalanların seslerinin oluşturduğu bu yolda ağır ağır adımlar atmak…
Umuda, canlılığa sarılan seslerin giderek cılızlaşması.
Sonra…
Sonra bu yolun da yerle bir olması..
Ve yerin altında kalan: YAŞAM!
Peki failler kim ve nerede?
Günler sessizlik içinde ölülere gebe halde sıralanırken bir yıl mı oldu şimdi?
Şimdi herkesin unutmaya çalıştığı ancak kimsenin unutamadığı karanlık bir sabahın sene-i devriyesindeyiz.
Çokça eksiğiz.
Kimilerinin unutturmaya çalıştığı, unutulursa hiç bu şey yaşanmamış ümidinin pençesine takılan;
Kimilerin ise unutmak istediği ancak zihnin sert uyaranlar karşısında kendi zaman çizgisinin direnişine takılan koskoca bir yıl!
Oysa zamanın direnişi galip geldi ve saat kulesinde durduğu gibi durdu!
…
6 Şubat 04.17 – Sesimi Duyan Var Mı?
…
“Asrın felaketi” (?) “Asrın depremi”(?) değildi yaşanılanlar.
Doğa sadece kendi seyrinde, deprem ise sadece doğal bir afetti.
Depremin kendisi fail değildi.
Fail olan: İnsan elinin bu afete değmiş olmasıydı!
…
Şimdilerde ise soluduğumuz toplumsal travmanın atmosferinde o günü andığımızda iyileşme için bir “öteki”ne ihtiyaç duyuyoruz mumla.
Evet, belki depremi deneyimleyen illerdeki mağdurların yeni bir normali var; ancak hala sorumlu bir öteki yok.
Ve bireyin kişisel olarak iyileşmesi için normale dönmesi ile var olan adaletsiz ve haksızlıkları görmeden gelme arasında derin bir uçurumda toprak atılıyor üstümüze hala.
Oysa travmanın iyileşmesi için travmanın duyulması, konuşabilmesi ve hatırlanması gerekiyor-du.
O karanlık geceyi, zihinde geviş getirir gibi tekrar tekrar belleğinden açıklığa çıkarmak değildir hatırlamak; ötekinin tanıklığını kapsamaktadır zira.
Bir ötekinin noksanlığı ve iltihaplı medyanın sessizliği ise sadece ötekine ait kalacak sanılsa da depremden etkilenen insanların seslerine duyarsızlaş-tırıldık-ça hepimiz kolektif bir suça da ortak oluyoruz aslında.
Ssshh…
SESSİZLİKK…
“Sesimi duyan var mı?”
YOK!
Hala yok…