“… İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa
çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa, ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde
ayışığı, söz yalan söylüyorsa, ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa, elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız bu ölümlü,
bu yaşanası dünyada bu bezirgân saltanatı,
bu zulüm bitmesin diyedir.”
Nazım, büyük usta. Günümüzü görseydi, “ekranlar yalan söylüyorsa” dizelerini de eklerdi Elleriniz ve Yalana Dair adlı enfes şiirine. Tazyikli yalanlar ekranlardan taşıyor artık. Televizyon, bilgisayar, cep telefonu ekranları, üstüne sokaklara yerleştirilen devasa ekranlarla çepeçevre sarılmış haldeyiz; dört bir yandan yalan, saçmalık, bilimdışılık püskürtüyorlar üstümüze. Sudan çıkmış balığa döndüren içerik için, gerçeği yansıtıyor mu, aslı-astarı var mı, akla yatkın mı, gözleme-kanıta dayalı mı, yani bilimsel mi, bilimdışı mı; işin uzmanları/tarafları ne diyor gibi sorgulamalar yapmaya vakit bulunmuyor çoğu zaman, çoğunlukla gerek de duyulmuyor. Hele taraftarı olunan siyasi görüşün sözcüleri tarafından mı dillendiriliyor, tamamdır öyleyse. Bilmeye, bilgiyi sınamaya, sağlam temellere oturtmaya değil, inanmaya sarılıyor artık insanlar.
Adeta Afşin Kum Distopyası
“Ciddi boyutta ilaç yokluğu yaşanıyor; hastalarımız mağdur, bizler mağduruz” diye sesimizi duyurabildiğimiz her kanaldan haykırdığımızda, Sağlık Bakanımızdan yanıt geliyor;
“Ülkemizde son bir yılda piyasaya arz edilen ilaç sayısı kutu bazında bir önceki yıla nazaran yüzde 13,5 oranında artarak 2,6 milyar kutuya ulaşmış olup global düzeyde yaşanan tedarik sıkıntılarından farklı olarak ilaçların piyasaya arzında ülkemiz özelinde genele matuf ve süreğen bir sorun bulunmamaktadır.”
Çocuğunun antibiyotiğini kaçıncı eczanedir bulamayan hasta, Bakan Koca’ya inanıyor: “Saklıyorsunuz” diyor, “Eczaneler, depolar, firmalar ilaç saklıyor.” Ayaküstü, hastamızın ve bizim o anki koşullarımız -ki sabrımız da buna dahil- elveriyorsa; serbest piyasada kâr esasına göre üretilen ilacın kârsız piyasaya arz edilmediğini, yurtdışına ilaç ihraç eden, “milli ilaç firmalarımızın” Türkiye piyasasının ihtiyacını karşılayacak üretimi kârsız bulduğu için yapmadığını, yıllardır yeniden düzenlenmeyen İFK’nın eczaneler için yarattığı tahribatı vs. anlatabiliriz. Ama bir kulağından girip diğer kulağından çıkacak muhtemelen… Çünkü insanlar, inanmak istediğine inanıyor bazen; hayatlarını etkileyen son derece olumsuz sonuçlarına rağmen gerçeği görmeyi reddediyor, bir yalanı yaşamayı yeğleyebiliyor. Distopik bir ortam.
Afşin Kum romanlarında tam da böylesi bir ortamı konu ediniyor: Onun karakterleri gerçeklikten bir biçimde kopmuş insanlar. Mesleğimizi icra ederken karşılaştığımız, yüksek dozlu anti-psikotik ilaçların reçete edildiği kimi hastalarımıza benziyorlar; adeta başka bir gerçeklikte, başka bir kafayı yaşıyorlar.
Sıcak Kafa
Afşin Kum’un Netflix’deki aynı adlı diziye ilham veren Sıcak Kafa romanı, kehanet gücünde öngörüler içeren bir kurguya sahip. 2016’da yayımlanan eser, 2020’nin ilk aylarında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından ilan edilen Kovid-19 pandemisinin yarattığı ortama pek çok açıdan benzeyen, dünya çapında bir salgından söz ediyor bize: Sokaklar boşalmış; insanların bir araya geldiği, sosyalleştiği ortamlar terk edilmiş; herkes kendi evine, kendi kabuğuna çekilmiş. Biriyle karşılaşabilecekleri bir ortamda bulunmaları gerekiyorsa, hastalığın bulaşmasını önleyici olarak maske değil de kulaklık takıyorlar. Çünkü hastalık, iletişim yoluyla, zihinden zihne bulaşarak yayılıyor. Hastalığa yakalanmaktan çekinen esnaf, pleksiglastan yapılmış kabinler içinden hizmet veriyor. Tıpkı kapanma döneminde kesintisiz hizmet veren biz eczacıların kendilerini ve çalışma arkadaşlarını korumak için eczane içinde pleksiglas paravanlarla, muşambalarla yalıtılmış alanlar yaratmaya uğraşmamız gibi.
Bu salgın hastalığa, yani Edinilmiş Akıl Yürütme Yoksunluğu Sendromu’na (ARDS – Acquired Reasoning Deficiency Syndrome) yakalanmak için, hastalığı kapmış bir insanı anlamaya çalışarak ortalama altı dakika dinlemek yeterli oluyor. Hastalığa yakalanmış insanlar, yani “abuklar”, saçma sapan ve durmaksızın konuşuyorlar (Malum virüslerin yayılabilmeleri için semptomların bu yayılıma izin verecek şekilde karşılıklı evrimleşmiş olması gerekir). Hastalığın adının açılımında belirtildiği gibi abuklar akıl yürütemiyor ve neden sonuç ilişkilerini takip edemiyorlar. Bir hastanın konuşmasını ilk önce abuk subuk bulsanız da, acaba nereye bağlanacak diye merak etmeye başlarsanız yandınız… Hele “abuklayan” bu kişinin konuşmaları sizin için giderek daha mantıklı bir hal alıyorsa, geçmiş olsun! İş işten geçti bile, artık siz de bir “abuk”sunuz!
Hastalığın etmeni, biyolojik bir virüs değil, memetik bir virüs (dizi uyarlamasında “semantik virüs” olarak adlandırılıyor). Mem, genlerin kültürdeki karşılığı olarak düşünülebilir. Yani bu memetik virüs, zihinden zihne kopyalanarak çoğalan kültürel bir birim olarak yayılıyor. Abuklar bu dünyada değil gibiler; anlamlı bir konuşma yapmadıkları, iletişim kuramadıkları gibi, gündelik hayatlarını da devam ettiremiyorlar; kendilerine zarar verdikleri de oluyor. Salgın ciddi bir tehdit, insanlar kulaklıkları olmadan evlerinin dışına çıkmıyor; tanımadıkları insanlarla, hatta tanıdıklarıyla bile konuşmaktan kaçınıyorlar. Virüs televizyondan, internetten, kitaplardan, dilin kullanıldığı her mecradan yayılabiliyor. Birden fazla dilde konuşabilen insanlar aracılığıyla, diller arasındaki bariyeri de aşıyor. İletişim kanallarıyla yayılan bir salgın, insanın sosyal ve kültürel yanını yıkıma uğratacağı için, aslında bir anlamda insanlığı da bitiriyor.
ARDS salgını karşısında insanlığı esas çaresiz bırakan ise, tedavi yollarının da tıkalı olması. Hastaların beyin görüntülerinde, hasta olmayanların beyin görüntülerinden ayırt edici bir yan yok; tahlil sonuçlarında bir değişikliğe rastlanmıyor. Dolayısıyla hastalığın anlaşılmasının ve aynı zamanda teşhisinin güvenilir bir yöntemi de yok. Çünkü bir insanın ARDS’ye yakalanıp yakalanmadığını anlamak ya da bu insanlarda zihin işlevlerinin nasıl çalıştığını inceleyebilmek için hastaları anlamaya çalışarak dinlemek gerek. Bu da hastalığın bulaşmasına yol açan durum zaten!
Öte yandan televizyonda yayımlanan tartışma programlarında, “hastalar toplumun kamburu, onları niye besleyip duruyoruz” argümanlarıyla konuşmalar yapılıyor; hastalıktan kurtulmak için hastaları imha etmek gibi Nazi uygulamalarını anımsatan, insanlıktan uzak öneriler dillendiriliyor.
Elbette hem ilgili devlet kurumlarının yön vermesiyle, hem akademik ortamda hastalığın anlaşılması ve tedavisi için uğraşan biliminsanları olmuş, oluyor. Murat Siyavuş, nam-ı diğer Sıcak Kafa da bunlardan biri. Aynı zamanda dilbilimci de olan Murat, bir biçimde hastalığa bağışıklık kazanmış. Abuklamaya maruz kaldığında vücudundan bağımsız olarak sadece kafası ısınıyor. Hastalığa nasıl bağışıklık geliştirmiş olduğunun anlaşılabilmesi, olası bir tedavinin yolunu açabilir. Henüz Sıcak Kafa’yı okumamış ya da Netflix uyarlamasını izlememiş olanlar için yeterince anlatmış oldum; daha fazla “piç etmeyeyim” (“spoiler) vermeyeyim”).
Son olarak, romanda ve dizi uyarlamasında da yer alan, geçmişte hastalığa çare arayan ekipte yer almış, biz eczacıların dikkatini çekebilecek bir karakterden söz etmek isterim: Nöroloji uzmanlığı üzerine farmakoloji uzmanlığı da bulanan ödüllü doktor ve bilimadamı Özgür Çağlar. Salgının olağanüstü ortamında, karantina bölgelerinin dehlizlerine çekilmiş durumda; bilimsel bilgisini ve laboratuvar pratiğini, bir yandan hastalığa çare olabilecek bir ilaç tasarlamak için kullanırken, öte yandan ticari kazancın da hizmetine sürmekte “etik” bir engel tanımıyor. Gerçeklikten kopmanın “abuklamak” dışındaki, haz ve bağımlılığa götüren kimi aracılarını sentetik olarak üretiyor: Santral sinir sistemini uyaran, duyularla algıları değiştirecek çeşitli ilaç formları. Bu ilaçlar kitapta yeşil renkli bir damlayken, dizi uyarlamasında mavi haplar olarak karşımıza çıkacak. “Mavi hapın” beyaz perdede kendince bir ünü var; farklı eserler arasında dolaşan ortak bir imge sayabiliriz onu. Biz eczacılara sorsanız, en meşhur mavi haplar, internet ortamına sahteleri düşmüş, eczanelerde asıllarını bulabileceğiniz, genellikle “bir arkadaşa alınan” bir grup erektil disfonksiyon ilacıdır. Matrix’te geçen şekliyle, kırmızı hapların aksine mavi haplar, sanal bir hayatı (burada da “gerçeklikten kopmuşluk” karşımıza çıktı) sorgusuz sualsiz yaşamaya devam etmenizi sağlarlar. Sıcak Kafa’nın dizi uyarlamasında, farmakolog Özgür Çağlar’ın elinden çıkanlar ise, üzerinde deliliği çağrıştıran bir huniden akmakta olan, canlı mı ölü mü olduğunu bilemeyeceğimiz bir Schrödinger kedisi (kuantum dolanıklık kavramına göndermeyle) betimiyle yer alıyorlar. Delilik hunisinden geçen abukların da ölü mü, canlı mı olduğunu kesin olarak bilemeyeceğimiz gibi…

Kübra
Afşin Kum, Sıcak Kafa’dan sonraki romanı Kübra’da da bir yanıyla aynı izleği sürdürüyor: İnsan gerçeklikten neden kopar, nasıl kopar? Neden bir yalanı yaşamaya başlar ve ondan kolayına vazgeçmez?
Roman iki ayrı yataktan ilerliyor: Birinde, bir atölyede işçi olarak çalışan, çevresi tarafından dürüst, çalışkan, efendi, olgun, inançlı bir genç olarak tanınan, futbol düşkünü Gökhan’ın hikâyesi var. Gökhan, hem işinin hem de kız arkadaşıyla ilişkisinin geleceğine dair kararlar almak zorunda hissettiği bir dönemeçte. Öbür yatakta ise, Amerika’da yaptıkları doktora çalışmasını hayata geçirmek üzere Türkiye’den teklif alan Berk ve Selim’in etrafında şekillenen hikâyenin akışına tanıklık ediyoruz. Datakraft şirketinin kurucu ortağı olarak İstanbul’da çalışmaya başlayacaklar ve açılımı Knowledge Unit Based Reasoning Automaton (Bilgi Birimi Tabanlı Akıl Yürüme Otomatı) olan yapay zekâ yazılımı KUBRA’yı geliştirmeye uğraşacaklar. Romanda bu iki ayrı yatak, bütün karakterlerinden, aktığı mekânlara, iki ayrı sosyolojik gerçekliği tanımlayan tüm öğelerle birlikte ustaca resmediliyor. Elbette bir yerde kesişecekler: Gökhan, dini inancı çerçevesinde felsefi tartışmalar yürüttüğü Soltaç (Soultaç) adlı sanal arkadaşlık sohbet odasındaki, Kübra adlı bir kullanıcıdan mesaj alacak: “Sen farklısın.” O esnada Berk ve takımdan bir arkadaşı, sırf neler yapabileceğini görmek için, yeterli kontrol mekanizmaları oluşturulmadığı halde, yapay zekâ yazılımı KUBRA’ya, “İktidar makinelere!” başlığında bir görev vermiş durumda. İşler, Gökhan’ın yaşadıklarına kutsallık atfetmesiyle, mesajların Allah’dan geldiğini düşünmeye başlamasıyla ve Kübra’nın birtakım mucizeler sahnelemesiyle yavaş yavaş çığrından çıkacak… Dikkate değer olan nokta, Datakraft ekibi kendisine mesaj yollayanın bir yapay zekâ yazılımı olduğunu itiraf ettiklerinde Gökhan’ın verdiği tepki… Allah yapay zekâ teknolojisinin gelişmesine, ona mesaj göndermek için izin vermiş olmalı!..
Afşin Kum, yapısını ustaca inşa ettiği Kübra’da, yapay zekâyla insan zekâsının niteliklerindeki ve işleyişlerindeki farklılıkları, kusurları da dahil, kurgunun ana dinamiklerinden yapıyor. Yapay zekâya özerk kararlar alma yetkisi verilirse, insan zekâsını manipüle ederek, gerçek hayata istediği yönde müdahalelerde bulunabileceği ihtimalini (dehşetle) fark etmemizi sağlıyor. Romanda bir de, yapay zekâ ile Tanrının niteliklerinin kıyaslandığı bir bölüm var ki, oldukça çarpıcı. Okumak gerek. Sıcak Kafa’yı da, Kübra’yı da.
Gene son olarak Kübra’da “ilacın” geçtiği bir ayrıntıyı not edeyim. Kübra’nın önünü açtığı kimi mucizeler, Gökhan’a, çevresindeki topluluğun mahrem verilerini aktarmasıyla gerçekleşiyor. Bu verilerden biri de, toplulukta yer alan bir bakkalın kaçak ilaç sattığı bilgisi. Bir kurmacanın yarattığı ortamda da geçse, bu bilgi gerçek hayata tümden aykırıdır diyebilir miyiz! İlaç yoklukları devam ederken ve bir meslektaşımın depolarda bulamadığımız bir ağrı kesiciyi, bir benzinlik süpermarketinde kutularca bulduğunu söylediğini duyduktan sonra, olmayacak şey değil diyorum. Siz ne dersiniz?